21 Nisan 2010 Çarşamba

Bir Nesil Ağlıyor


Tinto Brass ismini kim bilmez ki. O, bir neslin babası sayılabilecek büyük bir vizyonu ve hayata çok başka bir bakış açısı olan inanılmaz yaratıcı bir insandı. Her erkeğin izlemem deyip de günü ve yeri geldiği zaman övünçle ve büyük bir gururla ortaya çıkardığı veya çıkarmak zorunda kaldığı "mikili" film arşivlerinin en temel taşlarını oluşturam filmlerin yönetmenidir o. Kimileri için Bergmanlar, Felliniler, Godardlar, Fassbinderler varken kimileri için de sadece o vardır. Çünkü o, bu işi adeta bir tekel haline getirmiş ve sadece "eğlencelik" filmler değil eğlencelik olmasının yanı sıra o filmlerin sanatsal bir baş yapıt olmasını sağlamıştır. Ken Loach, filmlerinde futbolu nasıl tapılası bir unsur olarak resmediyorsa Tinto Brass da kadın poposunu aynı kefeye koymuştur. İsim yapmış her yönetmen, filmlerinde kendi imzasını taşıyan bir sembol kullanır. Örneğin Spider-Man'in yönetmeni Sam Raimi her filminde eski model sarı arabasını mutlaka göstermiştir. Çünkü o araba Raimi'nin imzasıdır. Tinto Brass ise çok sevdiği ve doktorlarla kapışmasına neden olan günde 10 kadar içtiği Küba purolarını kullanır. Purosuz film Brass için yoğurtsuz iskender gibidir çünkü. Peki şimdi NBA play-off'ları başlamış, maçlar oynanmış, Howard en iyi savunmacı ödülünü almışken yani bahsedilmeye değer bi dolu konu varken niye Tinto Brass'tan söz ediyoruz. İşte Brass'ın içtiği o Küba puroları onun beyin kanamasına yol açmış ve dün yoğun bakıma alınmış. 77 yaşındaki bir nesilin babası Vicenza hastanesinde ve durumu ciddiyetini koruyor. Böyle yeteneklerin dünyaya çok ender geldiği ve sonsuz saygı duyulması gerektiği kanaatindeyim. Ciddiyim. Brass'ın anısına bir festival düzenlemeyi de düşünmekteyim. Haftasonu Moda Cafe'de başlayacak olan festivalde Lola, Monella ve Paprika gibi kimileri için rahatsız edici ama kimileri içinse birer şaheser olan filmleri göstermeyi planlıyorum. Herkesi beklerim.

18 Nisan 2010 Pazar

Fenerbahçeliler Hayata 1-0 Önde Başlarlar


Fenerbahçe - Beşiktaş: 1-0

Ne derler "büyük" futbol adamları?: "Derbilerde sinirlerine hakim olan takım kazanır." İstatistik sayfasında kırmızı kart hanesi daha kabarık olan yine kaybetti derbiyi. Maçtan sonra saygıdeğer yorumcularımız mutlak olarak kırmızı kartları, hakemi ön planda tutacaklar ve yine futbolcuların üzerindeki bu agresifliği ve rakibe saygı duymamalarını falan konuşacaklardır. Ama aynı yorumcularımız oldukça sakin geçen ve ülkemizde alışık olduğumuz bir derbi maçının standartlarının altında kart çıkan Galatasaray - Fenerbahçe derbisinden sonra maçı oldukça sıradan ve sıkıcı olarak nitelendirmişlerdi. Bakalım bu akşamki maç için yorumları ne olacak?!
Gelelim Hüseyin Göçek'e. Aslında niye ona geliyorsam. Ondan önce tüm hakemlere saydırmak gerek ya da direk olarak MHK'ye. Çünkü MHK, nasıl bir beyin yıkama taktiği oluşturmuşsa artık, hakemler saha içerisindeki otoriteyi kartlarına saldırarak sağlamaya çalışıyorlar. Çok klişe olacak ama azcık Premier League izleyin yahu! Olduk olmadık her ikili mücadeleye faul, birazcık sertliğe hemen kart göstermek futbolcular üzerinde otorite kurmayı değil gerginlik yaratmaya yol açıyor ve hala bunun farkında değiller. Zaten ilk sert faulde kartı verdikten sonra diğer bütün müdahalelerde kart vermemek aptallığın daniskası olur değil mi! Aslında belki de bu sayede isim yapmak istiyor da olabilir sayın hakemlerimiz. Ne de olsa maçın önüne geçip futboldan çok kendilerinden bahsettiriyorlar böyle yaparak.

2 paragraf, önce yorumculara soora MHK'ye saydırdıktan sonra gelebildik futbola. 6 maçtır gol yemeyen Fenerbahçe savunması gözlerimi yaşartacak seviyede. Keşke aynı seviyeye Bilica da çıkabilse. Yine saçma sapan bir hareketle yaptırdı penaltısını her zamanki gibi. Zaten maç boyunca bir şeyler yapacağı belliydi canlı bombamızın. Agresiflikle kasaplık arasında ince bir çizgi olduğunun farkına varması onun da standartını üst seviyeye çıkartacaktır eminim. Penaltıyı yaptırdıktan sonra da penaltı noktasını ayağıyla kazması "sıçtık, bari sıvayalım" gibisinden bir hareketti. Kendini bu şekilde affettireceksen Meryem Ana kadar saf olsan dahi affedilmezsin. Bilica'nın yanına İbrahim Kaş'ı ve Ernst'i de koyup Dante'nin dokuz çemberden oluşan cehennemine koymak hatta tam da ortasına yalancıların, sahtekarların ve saygısızların arasına koymak gerek.

2001 yılının 2 Aralık'ını hatırlayalım. Yağmurlu bir hava, çamurlu bir saha. Yine Kadıköydeyiz yine bir Fenerbahçe - Beşiktaş derbisi. Maçın sonucu 1-2. Fenerbahçe'nin golünü Abdullah, Beşiktaş'ınkileri ise Ronaldo kaydediyor bir tanesi ofsayttan olmak üzere. Hatırlamayanlar için Fenerbahçe'nin evindeki yenilmezlik serisini kaybettiği ve tribünlerimizin Japonya bayrağına benzerliğiyle dikkat çeken ama amacının ve anlattığı şeyin bambaşka olduğu, ortasında kırmızı bir leke olan büyükçe bir beyaz çarşafla tanıştığı maçtı. Çok yaratıcı şu Beşiktaş taraftarı:) Daum ve Denizli o tarihte bugünkü kulübelerinin tam tersinde ve farklı renklerle oturuyorlardı. Kim bilebilirdi ki 9 yıl sonra renklerini takas edeceklerini.
Neyse bugüne dönelim. Aslına bakılırsa oyunun bu şekilde geçeceği kadrolara bakıldığında belliydi. Fenerbahçe'den bahsetmeye gerek yok. Ne de olsa her derbide aynı anlayışla sahaya çıkıyorlar. Kapan, pas yap, erken gol bulursan bu taktiği 90 dakikaya yaymaya çalış. Burada önemli olan Beşiktaş'ın hücum planıydı. Ancak Mustafa Denizli bırakın hücum planını, bir hücumu düşünmekten dahi uzak bir kadroyla çıkmayı seçti. Orta sahada defansif karakterli Fink ve Ernst'i seçerken, onların hemen arkasında Toraman'ı Alex'e markaja vermiş, sol kanada da bekten bozma genç İsmail Köybaşı'yı koyarak 7,5 defansif özellikli futbolcuyla maça başlamıştı. Fenerbahçe de artık karakteristik bir özelliği haline getirdiği ön alanda baskı oluşturarak henüz ilk pozisyonda golü bulup öne geçti. Geri kalan bölümde de kapanarak ve Bilica'nın saçma bir hareket yapmamasına dua ederek -ki işe yaramadı- oyunu bitirdi.
Bu sonuçla Beşiktaş şampiyonluğa hoşçakal demek zorunda kaldı. Şu da bir gerçek ki Beşitaş geçen yıl şampiyon olduğunda da çok farklı bir taktikle ya da performansla oynamıyordu. Bu yılki tek fark işin içinde büyük ve dirençli takımların olması. Fenerbahçe'de ise şampiyonluk şarkıları söylenmeye başladı maç sonunda. Konfeti şovları, oyuncuların taraftara tezahürat yaptırması falan... Bakıyorum da puan durumuna, halen 2. sırada olan bir takım için henüz erken gibime geliyor bu tip kutlamalar. Ki liderin cebinde kesin bir 3 puanı olduğunu da hesaba katarsak bitmiş olan hiç bir şey yok ortada. Fenerbahçeliler için en acı olan ise haftaya Galatasaray'ın Bursa'yı mağlup etmesini bekleyecek olmaları hiç şüphesiz. Bir gün herkes Galatasaraylı mı oluyor ne? :)

17 Nisan 2010 Cumartesi

Nedir Bu ABD'lilerden Çektiğimiz!


Ah endüstriyel futbol ahh... Premier League bir nevi futbolun NBA'dir benim gözümde. Kulüplerin yapılanmaları, taraftarların futbola bakışları, oyuncuların profesyonellik seviyeleri, şirket durumunda olan kulüpler ve elbette Boss'lar. Futbolun kitleler üzerindeki etkisi ve endüstriyelleşen futbolun mali açıdan getirileri oldukça büyük olduğundan ötürü yabancı yatırımcılar için futbol inşaat, sanayii gibi bir sektör haline geldi. Abramovich'in Chelsea'yi satın alışı, paralarını tuvalet kağıdı olarak da kullanabilecek olan Arapların ligi istilası sadece ABD'li yatırımcıların açtığı yolu takip edenlerin örnekleridir. Manchester United, Liverpool gibi köklü ve marka takımların sahipleri olan ABD'liler sadece kar odaklı hareket ettikleri ve futbolun elde taşınan oval bir toptan ibaret olduğunu düşündükleri için global krizde dibi gören kapitalleri gibi sahip oldukları kulüpleri de dibe çekmeyi başardılar. United'da Şamğiyonlar Ligi finali, şampiyonluklar ve büyük sportif başarılar görülse dahi taraftarlar geçtiğimiz aylarda United'ın kökü olarak kabul edilen Newton Heath'in renkleri olan ve Unietd'ın da geçmiş zamanda formasında yer verdiği sarı ve yeşil renklerle kulübün sahibi olan Glazer ailesini, kulübü ekonomik açıdan kötü yönettikleri gerekçesiyle protesto etmişlerdi.

Bir başka ABD sermayederleri yönetiminde bulunan köklü Liverpool ise perşembe günü resmen satılığa çıkarılıdı. Liverpool'da uzun zamandır baş gösteren ekonomik sıkıntı, Xabi Alonso'nun satışıyla da giderilememiş ve Liverpool çapında olmayan oyuncularla ligde mücadele veren takım, Benitez'in de akıl almadık teknik ve taktik hatalarıyla zor günler geçiriyordu. Takım içerisinde Riera ve Torres baş kaldırmış, Riera gözden çıkarılmış Torres ise küçük bir uyarıyla ucuz atlatmıştı. Hesabında 750 milyon dolar parası olan birisi varsa önce bana bir kısmını vererek yardımcı olabilir sonrasında da Liverpool'u satın alamk için işlemlere başlayabilir. You'll never walk alone diyen taraftar ise United taraftarı kadar, kulübün sahiplerine tepkili. İstenilen tek şey doğru oyuncularınkadorda bulunması ve yıllardır özelm duyulan şampiyonluğa ulaşılması.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Emre Cingöz'ün Garip Hikayesi


Emre Cingöz... Taa blogun ilk postunda bahsetmiştim kendisinden. Tek çocuk olarak büyüyen bendenizin öz abisi niteliğinde bir insan. Bambaşka bir karaktere sahip olmamı sağlayan ve bir yaşam tarzı olduğuna inandığım Fenerbahçeliliğimi borçlu olduğum insan. Aslan Asker Şvayk'ı tiyatroya aktarmış, muhalif kişiliğini de sırf muhalefet olsun diye sahneye koymuş bir insan. Şimdilerde de Bağış Erten'li, Harun Tekin'li, Alpay Erdem'li, Hüseyin Karabey'li, Hayko Cepkin'li takımın defansif orta sahası, bir nev-i Aurelio'su... İşte bu da onun hayat hikayesi:

“Yalnız ve güzel ülkem”izde bir çocuk doğduğu zaman ona ilk söylenen sözlerden biri “Her Türk asker doğar”dır. Bu söz nerdeyse yaşamımızın sonuna kadar, çok çeşitli minvalde, sürekli karşımıza çıkar. Bu bizim için o kadar kutsal bir düsturdur ki her kutsal ve olağan kabulümüzde yaptığımız gibi, neden asker doğduğumuzu sorgulamak da aklımızın ucundan geçmez. Çünkü öyle doğmuşuzdur ve böylece doğar doğmaz ebedi mesaimiz başlamış olur.

Ben yazarlar takımına, tiyatro yazarlığı sayesinde girdim ve hayatımdaki ilk tiyatro oyunu da 5 yaşındaki küçük bir askeri canlandırıp şarkı söylediğim piyesti. Mesai benim içinde erken başlamıştı ve bayağı da sürecek gibiydi çünkü bu mesaiden emekli olmak imkansızdı. Mezarda emeklilik bu olsa gerekti.

Benim ise o yıllarda istediğim tek bir şey vardı.: Futbolcu olmak. Hem, futbolcu olunca gollerimi atıp ardından da seyircilere asker selamı verirsem asli görevim olan askerliği de yerine getirmiş olurdum. O kadar şartlamıştım ki kendimi futbolcu olmaya, akşam yatmadan önce tüm dualarımı futbolcu olmak üzerine ediyor, milli takım formasını geçirip, o şanlı takımda oynayabileceğim günleri hayal ediyor, sonra da aynanın karşısında, gür bir sesle İstiklal Marşı’nı söylerken nasıl göründüğüme bakıyordum. Bu marş söyleme meselesi çok önemliydi. O esnada hem teknik ve karizmatik görünmeli, hem de Alpay Özalan misali terinin veya -ne biliyim, milli kimliğimizin olmazsa olmazı- kanının son damlasına kadar sahada savaşacak bir futbolcu görüntüsü vermeliydim.

Bana bu formayı, Türk sağının bir halinden hallice olan, milliyetçi dayım almıştı ve şöyle demişti, “ Tamam Emre Fenerbahçeli olabilirsin ama önce milli takımı tutmalısın çünkü en büyük ne Fenerbahçe’dir ne de Galatasaray, en büyük Türkiye’dir. Bunu sakın unutma”. Bunu duyan Türk sağının diğer temsilcilerinden İslamcı dedem, dayıma doğru bağırarak “Ne diyorsun ula Oktay? Çocuğu bu yaşta Allahsız mı yapacan? En büyük Allah olum, en büyük Allah. Sen uyma dayına” diyerek dayıma İslami bir balans ayarı yapıyordu. E hep onlara yapılacak değildi ya. (Teşekkürler Tanıl Bora)

Türk-İslam senteziyle tanışmam pek de geç olmamıştı ve bu tanışma, muhafazakar diz altı şortumla beraber mahalle aralarında futbolla kaynaşmama sebep olmuştu. Futbolla buluşup kaynaştıktan sonra birbirimize çok alıştık. Günde en az 3 kere ona koşuyor, onla yatıp, onla kalkıyordum. Tabi bu durum derslerime etki etmeye başlayınca, eski solcu, yeni orducu, laik, çağdaş ve Kemalist babam mesleğinin de verdiği sorumlulukla, (kendisi Milli Eğitim Müfettişlerinden, Hüseyin Şevki Topuz’un görev arkadaşı idi) beni futbol sevdasından vazgeçirmek için birçok eylemde bulundu. Cezalar, yaptırımlar, farklı spor kurslarına üyelikler ve hatta pedagoglar v.s. v.s. Fakat bu eylemler bir türlü amacına ulaşmadı. Çünkü ben bu oyunu seviyordum ve Ferhat gibi dağları delmeye hazırdım.

Babam bendeki azmi görünce pes etti desem de, inanmayın, bu sefer farklı bir taktik geliştirmeye başladı. “Olum senden futbolcu filan olmaz. Sen sürekli maç yapıyorsun. Futbolcu adam önce antrenman yapmalı. Biz de zamanında top oynadık ama biz önce antrenmanımızı yapar, sonra, zaman kalırsa maçımızı oynardık. Yok yok sen vazgeç bu sevdadan. Kafan çalışıyor. Sendeki IQ bende olsa kesin mühendis olurdum” diyerek bebekken çıkarttığı gazımı yerine koymaya çalışıyordu.

Tabi ben yemedim bu ara gazları ve babama dedim ki, “Ben yetenekliyim baba. Benim antrenmana filan ihtiyacım yok. Hem senin dediğin yolla futbolcu olunsaydı ben şimdi kesin büyük bir takımın altyapısında oynuyor olurdum. diğer futbolcuların oğulları gibi” (Sözüm meclisten dışarı HakkıJ)

Aslında bu itham, biz seçilemeyenler için bir teselliydi. Birçok takımın seçmelerine gitmeme rağmen bir türlü başarılı olamadığımda diğer seçilemeyenlerle beraber oturup şöyle konuşuyorduk, “ Ulan gördün mü be adam kazmanın teki onu seçtiler. Niye??? Çünkü, babası eskiden Fener’de top oynamış. Seçilenlerin hepsi torpilli abi. Mesela sen en az benim kadar yeteneklisin. Anlarım abi, ben futboldan, top ayağına yakışıyor. Seni almıyorlar, beni almıyorlar elalemin torpilli piçlerini baş tacı ediyorlar. Sonra da yok efendim ülke futbolu niye gelişmiyor, önümüze gelenden neden sekiz yiyoruz. Yok efendim yenilmişiz ama ezilmemişiz de Almanlar yenildiği için bizde yenik sayılmışız falan filan. Ulan inanmazsın geçenlerde çok acayip bir rüya gördüm. Rüyamda bu ülke futbolu nasıl gelişir, nasıl düzelir diye düşünürken, bir ermiş dede geldi elinde asasıyla. Yalnız bu dede diğer dedelerden biraz farklıydı, sakalları beyaz değil de hafif kırmızımtıraktı. Neyse bana dedi ki “ Ey oğul futbolda devrim yapmak istiyorsanız buna alttan başlamalısınız. Çünkü doğru bir devrim alttan olur”

“Vay be! İşte ya, bizim altyapımız ne ki futbolumuz ne olsun? Dede bile koymuş teşhisi. Gerçi bakma, biz ülkemize laf ediyoruz ama bu dışarıda da böyle abi. Bak Johan Cryuuf’a, oğlu Jordi’yi nasılda koydu Barcelona’ya. Şanssızız biz abi, şanssız, doğuştan şanssız.” diyerek kendimizi avutmaya çalışıyorduk.

Bu hiçbir futbol takımına seçilememe durumu bende derin izler bırakmaya başlamıştı. Hayatımda yapmak istediğim tek iş futbolcu olmaktı ve onu olmayı da beceremiyordum. Artık yavaş yavaş bu sevdadan vazgeçmeliyim dedim kendi kendime ve bıraktım kendimi babamın şefkatli ellerine. O da beni elimden tuttuğu gibi götürdü ÖSYM’ye.

ÖSYM’ye başvurduk başvurmasına da, onların bu başvuruya yanıtı benim başvurum kadar kibar olmadı, “Hoopp delikanlı burası Ringo’nun ahırımı? Buraya girmek istiyorsan önce birkaç sınavı geçmen gerekir.” Gene bir seçim durumuyla karşı karşıya kalmıştım. Önce bizden öğrenci olur mu olmaz mı ona karar verip “öğrencileri seç”ecekler daha sonra da seçtikleri öğrencileri “yerleştir”eceklerdi. Sıkı bir elemeden sonra 2. tura çıkmaya hak kazandım: Seçilmiştim ve artık öğrenciydim! Şimdi önümde beni bir yere yerleştirmeleri için yapacakları diğer sınav vardı. Neyse ki yerleşeceğimiz yerleri biz seçiyorduk. 18 tane tercih yapma hakkımız vardı. Sınav oldu bitti ve ben de 18. tercihime girdim. Artık geleceğe umutla bakan bir makine mühendisi adayıydım. Babam gene yapmıştı yapacağını, beni istediği kalıba sokmuştu.

Üniversitede her şey farklı olur diye düşünmüştüm; en azından ortam, daha doğrusu karşı cinsle olan ilişkiler açısından. Hani şöyle daha sosyal bir çevre, kızlı erkekli gruplar falan filan. Gerçi, kazandığım bölümde kız popülasyonunun fazla olmayacağını tahmin edebiliyordum ama olsun diyordum en azından ortak bir kantinimiz olur kantinden çay alırken bir çarpışma ve bu çarpışmanın neticesinde bir kıvılcım doğabilir. Yanlış anlaşılmasın sadece ve sadece sosyalleşme adına bir kıvılcım. Fakat hey hat, kader bana yine gülmemeyi seçiyordu. Okuduğum kampüs sadece iki bölümün öğrencileri içindi: Makine mühendisliği ve inşaat mühendisliği. Sizin anlayacağınız kantinde karşı bir cinsle çarpışma ihtimalim, futbolcu olma ihtimalim kadar azdı. Neyse öyle böyle 3 senem karşı cinsle çarpışabilme umuduyla geçti. Tabii ben bu süre zarfında çok çarpışma yaşadım ve bir çok erkek arkadaş edindim.

Ve ardından kararımı verdim: Son senemde işimi şansa bırakamazdım. Sosyalleşme adına birileriyle çarpışmayı beklemekten fazlasını yapmalı ve artık beni bu asosyal hayattan kurtaracak kahramanı beklemek yerine kendim bir kahramanlık yapmalıydım. Böylece son sınıfta üniversitenin tiyatro kulübüne yazıldım.

Üniversitedeki tiyatro hayatımda, teatral açıdan fazla bir ilerleme kaydedemediysem de sosyalleşme açısından önemli ilerlemeler kat ettim. Gerçi bu durum, sonrasında bana pahalıya patladı, 4 senelik üniversite 5 senede bitti. Ve maalesef son sene fazla dersim olmadığı içinde okula gitme sıklığım azalınca tiyatro kulübünü de bırakmak zorunda kaldım. Geç bulmuş, çabuk kaybetmiş ve bu kayıp da çok erken olmuştu. (Teşekkürler Emrah Serbes)

Okulun uzadığı koca bir sene boş geçemezdi. Sahne tozunu da bir kere yutmuş olmanın verdiği etkiyle gittim Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı Kadıköy Halk Eğitim Merkezi tiyatro bölümünde eğitim almaya başladım. Bu 2 senelik eğitim dönemimde çok başarılı bir öğrenci oldum. Hatta adı Emre olan hocalarımızdan biri gelip bana dedi ki; “Bak Emre çok başarılı bir öğrencisin sende büyük bir gelecek görüyorum ama senin de ismin Emre benimki de. Bu böyle olmaz bundan sonra senin ismin Yunus Emre olsun”. Ben de bunun üzerine hocama, “Çok teşekkür ederim hocam ama benim babamın ismi de Yunus. Burada ki karışıklığı düzeltelim derken, aile içinde bir faciaya yol açabiliriz. Bu yüzden bari siz isminizi değiştirin de bu karışıklığı ortadan kaldıralım”. Hocam ismini değiştirmeyi reddetti ama bu karışıklığı ortadan kaldırmak için büyük bir fedakarlık yapıp tiyatroyu bıraktı ve gitti Hamburg’a yerleşti. Duyduğuma göre şimdi, Hamburg’a gelen Türkiye’liler için organizasyon çalışmaları yapıyormuş. ( Teşekkürler Doğu Yücel’in arkadaşı )

Her neyse tiyatro okulunda ki iki senelik eğitim dönemim bitince hocalarımız benle bir toplantı yaptılar, “ Emre biz senin burada kalmanı istiyoruz. Bizim senin gibi tiyatroyu bu kadar seven ve bu işe kafa yoran insanlara inanılmaz ihtiyacımız var” dediler. Tabi bu kadar ısrardan sonra ben de onları kıramadım ve mezun olduktan sonra tiyatro okulunda asistan olarak görevime başladım. Ama asist asist bir yere kadardı. Ben de hoca olmak istiyordum, ben de artiz olmak istiyordum. Böylece sanal ortamda fuck-body aramayı bırakıp, bunu reality showa dönüştürmeye karar verdim. ( Teşekkürler Serkan Öz )

Bu isteklerimin hepsi gerçekleşmedi tabi ama zamanla bir hoca kıvamına geldim. Epik tiyatroya dair tüm argümanları, hem yazdığım oyunlarda, hem de yazdığım kızlarda tatbik etmeye başladım. Ve bir gün uygulamalar o kadar işe yaradı ki hem eşim olacak insanı buldum, hem de yazarlar takımı gibi mükemmel bir organizasyonun parçası oldum. (Teşekkürler Bağış Erten )

Çocukluğundan beri futbolcu olmayı isteyen ve oynayacak bir takım arayan bir adam için mükemmel bir fırsattı bu. Şimdi sormak istiyorum, beni alt yapılarına almayan o hocalara: Siz hiç hayatınızda uluslararası bir turnuvada yer aldınız mı? O beğenmediğiniz muhafazakar şortlu sarı kafalı Emre, şimdi süper bir takımla beraber Dünya Yazarlar Liginde. Milli bir futbolcu olamadık ama zaten milli bir futbolcu olmayı istemek bir çocukluk hastalığıymış aslında. ( Teşekkürler bu takımda ki tüm güzel insanlara )

Forza Yazarlar Takımı Forza.

Yazar takımının diğer üyelerinin hikayeleri, maç yorumları ve son dakika gelişmeleri için ise bir tık...

13 Nisan 2010 Salı

He-Man and the Masters of the Universe


Hayatımın bir bölümüne damga vuran adamdır kendisi. O repliği unutmak da zaten mümkün değildir: "Gölgelerin gücü adınaaaa! Güüüüüç bende artıııııık!"... Sonrasında Titrek'in Atılgan'a dönüşmesi vs... Her akşam üstü yanılmıyorsam Star'da gösterirlerdi. En büyük tutkumu hiç bir zaman kaçırmazdım. Hatta resim yapmaya başlamamda da büyük katkısı olmuştu. Geçenlerde bulduğum eski telefon defterimizdeki ilk çizimlerimin hemen hepsi He-Man karakteri üzerine. Uzun saç, kaslı vücut, haç görünümündeki logo, kılıç... Şimdinin blu-ray destekli DVD playerlarının atası olan bir Beta videonun bu çizimlerim üzerindeki etkisi hiç şüphesiz büyüktü. Babamın sokağın başındaki kasetçiden aldığı kasetleri hatırlıyorum. He-Man'in çizgi filmleri, Superman'in filmleri, İblisin Eli falan vardı hafızama özellikle kazınan.

Ve bir gün babam eve yine bir kasetle gelmişti. He-Man'in filmi! Benimle yaşıt, 1987 yılında çekilmiş. O zamanlar adını dahi söyleyemediğim Dolph Lundgren He-Man rolünde. Frank Langella ise İskeletor... Bir de yıllar sonra hastası olacağım dizi olan Frineds'in Monica'sı Courteney Cox oynuyordu. O filmi ilk izlediğimde tüylerim diken diken olmuştu. Sonuçta henüz 5-6 yaşlarında bir çocuktum ve -Superman'den sonra- en büyük kahramınımı ilk kez çizgiler dışında görüyordum. O günü takip eden 1 hafta boyunca her gün izlemişim o filmi, bugün anneme sorduğumda söyledi. Aradan geçen yıllar filme olan bağlılığımı öldürmeyip her zaman aradığım ama nasıl bulacağımı bir türlü bilemediğim bir film olmasını sağladı. Sağolsun Atilla temin etmişti bana daha sonra. Yeniden izlediğim zamanki mutluluğu ise ancak bir Master Card reklamı ile tanımlayabilirim sanırım.
İşte o He-Man yeniden taşınıyor beyaz perdeye. 2000lerin başından beri dedikodu olmaktan öteye gidemeyen bir senaryo ve belirsiz bir cast ile beni heyecanlandıran film sonunda çekilecek. Gerçi henüz senaryosu yazılma aşamasında ama en azından bu sefer gerçekten yazılıyor. tahminimce 2014 veya 2015'te vizyonda olacak. Senaryoyu kaleme alan isimler ise önümüzdeki aylarda gösterime girecek olan Predators filminin (ki onun da bende ayrı bir yeri vardır. Bahsettiğim Beta videoda Arnold'ın başrolünü oynadığı ilk Predator filmini izlemiştim ve ona da hayran kalmıştım) senaryosunu yazan Mark Finch ve Alex Litvak. comicbookmovie.com'un haberine göre Finch ve Litvak, karakterlere bire bir sadık kalacaklarını söylemişler. Elbetteki şu anda He-Man rolünü kimin oynayacağı belli değil ancak benim önerim Smallville'de Aquaman rolünde de izlediğimiz Alan Ritchson (altta). Kendisi zaten Dolph Lundgren'in gençliğinin kopyası. Hatta Rocky 5'in remake'i çekilse Ivan Drago rolü için biçilmiş kaftan. Bekleyip göreceğiz. Daha kimler kimler bu rol için aday olacak. Ama şurası kesin ki kim oynarsa oynasın eski kahramanımı beyaz perdede izlemenin heyecanı film netleşmeye başladıkça tavan yapacak.

8 Nisan 2010 Perşembe

Liverpool Home Jersey 2010/11


Bu mudur yani? 17 yıllık Carlsberg göğüs reklamı olmadan çok yavan geliyor bana Liverpool forması. Her yıl çıkardıkları 3 formadan en az bir tanesine bayılmamın nedeninin Carlsberg reklamıymış demekki. Çok ama çok boş görünüyor. 500 metre ötede bir kırmızı forma üzerinde Carlsberg yazısını görsek anlardık ki o bir Liverpool forması. Büyük hayal kırıklığına uğradım bu bir gerçek...
Geçtiğimiz günlerde Torres, takımının yönetimini eleştirmişti. Xabi Alonso'nun boşluğunu kapatamadıklarını, bunun yanında takıma doğru isimlerin transfer edilmediğini ve Liverpool ismine yakışmayacak sıradan oyuncularla mücadele ettiklerini dile getirmişti. Önümüzdeki sezon için Liverpool taraftarları (ve ben de) büyük değişimler bekliyor. Öncelikli olarak Benitez'in takımdan gönderilmesini, Gerrard'ın ve Torres'in takımda tutulmasını ardından da büyük isimlerin transferlerini bekliyorlar. Forma sponsorunun yenilenmesiyle de belki hoşlarına gitmeyecek bir değişklikle karşılaştılar. Gerçi bir de diğer taraftan bakarsak, Liverpool Carlsberg'le hiç şampiyonluk tadamadı. En son 89/90 sezonunda Premier League'i kazanan Liverpool'un üstündeki sözde laneti atıp atamadığını yeni sponsorları Standard Chatared ile izleyeceğiz.

Ne Demişler? #7


"İyi bir seyirci takımının maçın sonunda ne yapacağını, iyi bir koç takımının sezon sonunda ne yapacağını, iyi bir yönetici ise takımının 5 yıl sonunda ne yapacağını düşünür."

Efsane Lakers oyuncusu Jerry West, son zamanlardaki beceriksiz yöneticilerin varlığından bahsederken... Darısı bizim yöneticilerimizin başına.

7 Nisan 2010 Çarşamba

Medeniyetler Çatışması...


Kargo - Boğaziçi
Hayat
Doğuda sessizlik
Suskunluk anlamında
Batıda ise
Değerli bir taş sanki
Susmak doğuda
Erdem
Meziyet anlamında batıda ise
Değersiz bir hak gibi
Ayır bizi boğaziçi
Kutsa beni atlatmadan
Gülmek
Doğuda utanç
Kibir anlamında
Batıda ise
Doğal bir istek sanki
Bilgi
Doğuda saygınlık
İtibar anlamında
Batıda ise
Paraya endeksli
Ayır bizi boğaziçi
Anlat bizi ayırmadan
Aci, ağrı ve sonsuz çile
Politikayla yok hiç bir dilde

Avrasya dersi vizesi üzerine de pek şık oldu hani...

5 Nisan 2010 Pazartesi

Armanın Gururu Sarı Melekler


"Vur bakiiiim!!!", "Ööööff parantez oldu mal!", "Yapmaaa beeee!!!", "İşte bu yaaaa!!!"... Bu nidalarla izledim maçı, Fenerbahçe'nin Kayserisporla olan maçına tercihen. Bana, lisedeyken televizyon olan hazırlık sınıflarına inip izlediğim voleybol maçlarını hatırlattı. Hani şu Neslihan'lı Natalia'lı Bahar'lı falan efsane milli takım kadrosu. Yürümüş gitmişlerdi. Herkesin inanılmaz heyceanlandığını ve spor haberlerinin ilk sırasına voleybol branşının yerleştiğini hatırlıyorum. O zamanlar biz de oynuoyrduk, okul takımını finale falan çıkarmıştık. Hey gidi günler! Bu akşama geri dönelim biz, geçmişe mazi... O bahsettiğim zamanki milli takım için Türk spor tarihinin en başarılı 3. takımı deniyordu. 1.si dünya kupasında üçüncü olmuş futbol takımımızdı, 2. ise UEFA' kupasını kaldırmış Galatasaray'dı hiç süphesiz. İşte Sarı Melekler o takımı dahi geride bıraktı benim gözümde. Avrupa'nın kadın voleybol kulüpleri bazında en büyük kupası olan Şampiyonlar Ligi'nde final oynamak... Hayal etmek kolay olsun diye önceki yazıda olduğu gibi futbol üzerinden gideceğim. Şampiyonlar Ligi'nde finale yükselmişsiniz ve Barcelona'ya karşı oynuyorsunuz. Karşınızda Messi'ler İbrahimovic'ler Xavi'ler falan var. 2-0 geriye düşmüşsünüz. Son dakikalarda maçı 2-2 getirip uzatmaya bırakmışsınız şampiyonluğu. Ülkedeki sevinci, merakı, tedirginliği, stresi hatta bazılarının kızgınlığını, çekememezliğini bir hayal edin hele. Tam inandığınız anda, tam "Ulan tuttuk kupanın bir ucundan yau!" dediğiniz anda kayıp gidiyor elinizden o ağır saf gümüşten kupa penaltılar sonucunda. Büyük hayal kırıklığı büyük moral bozukluğu... Gerçi Barcelona'nın karşısına koyduğumuz Fenerbahçe futbol takımının gücüyle voleybol takımımız Fenerbahçe Acıbadem'in gücü bir değil. Fenerbahçe Acıbadem'e bir Manchester United veya bir Chelsea gözüyle bakıyorlar. Final oynaması bize süpriz geliyor olabilir ama Avrupa'daki voleybol otoritelerine göre beklenen bir durumdu. İstatistikler bize bunu daha iyi anlatıyor gerçi. Ligde yaptığı 22 maçta yenilgi yüzü görmedi Fenerbahçe Acıbadem. Ve buraya dikkat: 22 maçta yalnızca 2 set kaybetti! En yakın iki rakibine 11 puan fark attı ve normal sezonu lider bitirdi. Gelelim Şampiyonlar Ligi istatistiklerine. Grup maçlarında 6 maçta yenilgi yüzü görmeden yalnızca 2 set vererek son 12 takım arasına kalıyor. Bir üst turu da rakibine set vermeyerek geçiyor. Son 6'da rakibine "yine" set dahi vermeden 2 maçı da 3-0 alarak final four'a çıkıyor. Bu zamana kadar tüm voleybol eleştirmenleri aynı yorumu yapıyorlar: "Fenerbahçe Acıbadem, henüz stresi yüksek gerilimi had safhada maçlar oynamadı. Final Four'da işleri zor."... Belki Final Four'un getirdiği stres belki de (ki daha büyük ve güçlü bir ihtimal) final four'un düzenlendiği Cannes'ın takımı olan RC Cannes'ı tie-break'le 3-2 mağlup ediyor adeta deplasmanda oynayarak. Final de ise İtalyan milli takımının iskeletini oluşturuan, maçtan sonra verilen ödüllerle bu yıl turnuvanın en iyi oyuncusu seçilen Piccinini gibi bir yıldıza sahip olan ve İtalyanların haricinde Fürst, Gujka gibi yıldızlarla da desteklenmmiş kadın voleybolunun Barcelona'sına karşı oynayıp çok yaklaştığı kupayı maalsef kaybediyor.Yani toplam 12 maçta 11 galibiyet alan ve tek mağlubiyetini de finalde almış olan bir takımdan bahsediyoruz. MUH-TE-ŞEM!!!

Aziz Yıldırım yönetimi ve taraftarlar da bu takıma göstermelik değil, bizzat yerinde izleyerek desteklerini verdiler. Hatta Fenerbahçe'nin Kayserispor maçında taraftarlar maçın 80. dakikasında (Fenerbahçe Acıbadem'in kupayı kaybettiği anlarda) "Armanın Gururu Sarı Melekler" pankartı açarak onlara İstanbul'dan da destek verdiklerini, onlarla gurur duyduklarını ve -dikkat- yalnızca Fenerbahçe'nin futbol takımına değil tüm branşlarına yani Fenerbahçe Spor Kulübü'ne, kulübün renklerine aşık olduklarını ilan ettiler herkese...
Üzülmemek de elde değil ki. Belki de Bergamo, 3-0 veya 3-1 gibi bir üstünlük sağlamış olsa bu kadar içimize oturmazdı. Tie-break'te biraz da acemice hatalar sonucunda kaybettiğimiz finalin seneye de olacağını unutmuyoruz ve kazandığımız ikincilikle de gurur duyuyoruz! Bu takım hiç süphesiz saydığım nedenlerden ötürü Türk takım sporlarının en başarılısıdır. Ne zaman bir kulüp takımımız ya da milli takımımız çıkıp Avrupa'nın veya Dünya'nın en büyük kupasını kaldıracaktır işte o zaman o takım en iyisi olacaktır... Şimdi herkes Sarı Melekler'le gurur duysun ve avuçları patlayana kadar alkışlasın!

3 Nisan 2010 Cumartesi

Dünyanın Basketboluna 147 Gün Kala





Dünya Basketbol Şampiyonasının görücüye çıkan ilk afişlerini/billboardlarını/wallpaperlarını önceki postlarda paylaşmıştım. Dün ise şampiyonanın reklam filmleri ve diğer afişleri/billboardları/wallpaperları yayınlandı. En çok hoşuma giden 3 tanesini ve bonus olarak Mehmet Okur'un posterini paylaşmak istedim.
Mehmet Okur, Tanjevic'le olan sorunlarından ötürü, bu yaz milli takımla beraber olması şüpheli göründüğü için ilk reklam kampanyasında yer alamamıştı. NBA'de oynayan üç Türk oyuncudan ikisinin (Hidayet ve Ersan) kampanya için poz verip de Mehmet'in yer almaması sorunların çözülemediğini ortaya koymuştu. Ancak Mehmet'in geçtiğimiz günlerde milli takım formasını yeniden giyeceğini açıklamasından sonra yeni reklam kampanyası için poz vermesi, Mehmet'in milli formaya uzun bir aradan sonra yeniden kavuşacağını gösterir nitelikte. Özellikle milli takımın pota altında büyük sıkıntılar çektiğini düşünürsek, Mehmet'in bir ilaç olacağını ve takıma -özellikle- hücum açısından büyük fayda sağlayacağını söylemek yanlış olmaz.
Ayrıca afişlerin/billboardların/wallpaperların yanı sıra merakla beklenen ve her türlü görsel ortamda sık sık karşımıza çıkacağını umduğum ve istediğim reklam filmleri de hazırlanmış durumda. Turnuvanın maskotunu hiç mi hiç beğenmemiştim ama reklam filmlerinin inanılmaz hoşuma gittiğini söylemem lazım. Özellikle Kobe'nin sahada pek göremediğimiz sempatik davranışları filmlerin etkileyiciliğini arttırmış.


Not: Şampiyona için hazırlanan tüm wallpaperlara buradan ulaşabilirisiniz.