21 Mayıs 2010 Cuma

Chachkova, Taurasi, Ukic, Cristian ve Yıldırım


Yine bir Aziz Başkan klasiği... Şampiyonluk gitti, olaylar çıktı, herkes birbirine girdi, hedef adam haline geldi ve yine çıkıp gündemi değiştirmeyi başardı. Okuyuculara, izleyicliere, taraftarlara hiçbir suç bulmuyorum. Bu konuda suçlayabileceğim tek organ spor basınıdır. Artık klişe haline gelmiş bu durumu nasıl yutabiliyorsunuz anlamak güç. Salı gününe kadar Bursaspor'un şampiyonluğnu öven yazılar, şampiyonluk hikayeleri, Ertuğrul Sağlam efsanesi boy boy tüm gazetelerdeydi. Bugün nooldu? "Aziz Yıldırım Rüştü'yü suçladı!", "Fenerbahçe ve Beşiktaş, Rüştü için birbirine girdi!" Aziz Başkan bunu hep yapıyor da siz de her zaman yiyorsunuz...
Aslında son derece güzel bir politika bu yaptığı Aziz Başkan'ın. Tüm ilgiyi başka yere çekmek ve kendinden başka bir suçlu ilan etmek. Eğer bu yıl bu şampiyonluk son maçta kaçırılmışsa, bu ne Daum'ın ne futbolcuların kabahatidir. Tek sorumlu varsa o da Aziz Yıldırım'dır. Açık ve net. Ezeli rakibiniz yeni sezona Elano, Keita gibi büyük isimlerle girsin, sezon ortasında Jo'ları, dos Santos'ları alsın, sen yıllardır iyi olduğun konuda, transferde suskun kal Cristian'ı getir... Çok kahve ağzı olacak belki ama bu kadroyla bir bok olmazdı zaten. İşin ilginci bu tip ucuza transfer yapan kulübün diğer branşlarda hem de rakiplerine açık ara fark atarak şampiyon olunan branşlarda alanlarının en iyisi isimleri bulup, paraya kıyıp, transfer etmesi. Sezon ortasında NBA'den Ukic'i aldı Fenerbahçe Ülker. İsim büyük gelmedi mi? Sarı Melekler'e hem de tüm sezon boyunca sadece 3 set kaybetmiş olan namağlup bir takıma Avrupa'nın en iyi 2. oyuncusunu, Chachkova'yı transfer etti Fenerbahçe. Avrupa'nın en iyi oyuncusu Gamova da hali hazırda elindeyken hem de. Aynı şekilde Avrupa'yı Amerika'yı diğer kıtaları geçtim şu anda tartışmasız dünyanın en iyi kadın basketbolcusu olan Diana Taurasi'yi aldılar. Bu isimlerin büyüklükleri karşısında Cristian'lar, Andre Santos'lar sönük kalıyor elbette.

Diyebiliriz ki Galatasaray o kadar adam aldı da ne oldu? Doğrudur. Bu mütevazı transferlerle şampiyonluğa oynadı son dakikaya kadar Fenerbahçe. Ama unutulmaması gereken en önemli konu da alınan oyuncuların isimleri ne kadar büyükse sizin de marketing başarınız dolayısıyla popülerliğiniz o kadar büyük olacaktır. Günümüzde yalnızca takımların başarılarına değil marketing koşullarının da değerlendirildiğini unutmayalım. Önümüzdeki yıla daha iyi transferlerle, daha güçlü bir şekilde girmeyi ümit etmekten başka da bir seçneğimiz yok gibi görünüyor şu durumda.

"Fenerbahçe Niçin Sevilmiyor?" ve "Bursaspor Bir Balon mu?"


Nerdeyse 1 hafta geçti üstünden. Hala feysbuklarda, başka sitelerde rastlayabiliyoruz Fenerbahçe'yle dalga geçen görüntülere. Aralarında gerçekten çok komik olanlar yok değil. Bir Fenerbahçeli olarak özellikle de bu yıl oldukça fanatik bir Fenerbahçeli olarak çok gülüyorum bazılarına. 3G teknolojisine artık herkesin sahip olabileceği, onu geçtim kullandığımız en basit telefonda bile radyonun bulunduğu bir zamanda böylesi bir yanlış anlaşılmadan ötürü şampiyonluk kutlaması yapılmasını aklım almıyor gerçekten. Aslında komik olan Fenerbahçe taraftarının sahaya girip şampiyon olmuşçasına sevinmesinden ziyade diğer takımların da aynı sevinci göstermesi. Maçı evde izlerken Lig TV'nin yanlış yönlendirmesi, maçın atmosferi ve stadın bir anda çılgına dönerek sevinmesiyle beraber ben de bir an için Bursaspor maçının 2-2 bittiğini düşündüm. Fenerbahçe'nin maçını boşverip Bursaspor'un maçını veren kanalı aramaya başladım. O anda maç bitmiş ve reklama gitmişti Digiturk. Geçtiğim sonraki kanal ise Gençlerbirliği Galatasaray maçını veren kanaldı ve belki de Fenerbahçe'nin "sözde" şampiyonluk kutlamlarından daha komik (hatta traji-komik demek daha uygun olur sanırım) bir durumla karşılaştım. Galatasaray mağlup olmuş, futbolcular moral bozukluğuyla soyunma odalarına giderken Galatasaray taraftarının çılgınca ve hatta şampiyon olmuşçasına sevinmesine tanık oldum. O an zaten anlamıştım Bursaspor'un şampiyon olduğunu.
Geçenlerde bir anket yapılmış, bilen bilir. "En çok taraftar hangi takımda?" klişesinden başka "En sevmediğiniz takım" ve "Tuttugunuz takım haricinde en çok hangi takıma sempati duyuyorsunuz?" gibi farklı sorular da sorulmuş. 2. sorunun cevabında popülist bir yaklaşım sonucu Bursapor çıkmış doğal olarak. Geçen yıl olsaydı Sivasspor'un çıkacağı kesindi. Asıl ilginç durum en sevmediğiniz takım anketinde... Açık ara (2. ile arasındaki fark %30 civarı) Fenerbahçe en sevilmeyen kulüp olarak görülüyormuş(oranı da %57). Tuttuğunuz takım anketinde ise Galatasaray'ın ardından %2lik bir farkla ikinci sırada geliyor Fenerbahçe. Buradan hareketle sevmeyeni seveninden daha fazla da diyebiliriz. Bunun nedenlerini araştırmayı bir tez konusu haline getirmek gerek aslında. "Niçin sevilmiyor Fenerbahçe?" Aklıma ilk olarak çok itici bir duruş sergileyen yöneticileri ve bir o kadar irite olunabilecek futbolcuları, en başta da aziz yıldırım'ın tekeli hatta faşist yönetimi geliyor. Ama başka bir açıdan da yaklaşabiliriz buna. Önce bir kaç örnek vermek lazım. Chicago Bulls'un Jordan'lı döneminde kazandığı 6 şampiyonluğu hatırlarsınız. Jordan bir efsane, Chicago Bulls ise yenilmez armada, bir hanedanlık... Ama destekçilerinden daha fazla sevmeyeni var. Nedendir bilinmez alternatif arayışı ya da güçlünün yanında olmama durumu söz konusu belki de. Aynı durum Lakers'ın three-peat yaptığı dönemde de yaşanıyordu. Shaq ve Kobe ikilisinden nefret edenler sevenlerinden daha fazlaydı. Sonra bir Spurs dönemi var ki onu sevmeyenler arasında ben de varım zaten. Bırakalım basketbolu, NBA'i ligimize geri dönelim. Galatasaray 4 yıl üst üste şampiyon olmuş, UEFA Kupası'nı kaldırmış, Super Kupa'yı kazanmış. Gazetelerde ve sokaklarda her gün konuşulan en önemli konu ise Galatasaray'ın bu başarıları kazanmasının nedeni olarak görülen hakemler... Geçen yılın Barcelona'sına bakalım. 6 kupayla kapanmış bir sezon. Buna rağmen muhalifi daha fazla. Hatta zamanında ezilen takım olması sebebiyle sempati duyanlar, Barça'nın bu başarılarının ardından bir anda kraldan çok kralcı olup Real'i desteklemeye başladılar. Bu örnekleri uzatabiliriz istediğimiz kadar. Ana fikir ise şu: Her zaman kazanan, dolayısıyla en büyük statüsünde olanın karşısında duran çok olur, sevmeyeni daha fazla olur. Çünkü kazanana karşı muhalif duruş sergilemek seni değerli kılar ve bir o kadar da değerli hissettirir. Davut ve Goliath hikayesi de öyle değil midir zaten? Kim Goliath'ı destekler ki?
Gelelim Bursaspor'un şampiyonluğuna. 4 takımın hatta 3 İstanbul takımının (son yıllarda Trabzonspor'un yaşadıkları ve konumu ortada) hanedanlığına son verişi yılın olayı hiç şüphesiz. Yaz aylarında yapılacak anketlerde yılın oyuncusu, yılın teknik adamı, yılın takımı, yılın olayı kategorilerine damga vuracağı da kesin. Beni sevindiren en önemli konu ise artık büyük takımlarımızın sadece formalarının ilk üçe gireceğinin kesin olmaması. Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş oynayan futbolcusu, taktik veren antrenörü, yöneten yöneticisi kim olursa olsun sadece adıyla ilk üçe girebiliyordu. Son yıllarda konuşulan farklı bir takımın şampiyon olması (ki Trabzonspor olsa dahi kabulümüzdü) eminim ki futbolu gerçekten seven tüm insanları mutlu etmiştir. Bursaspor'a bu konuda büyük saygı duyulması da şarttır ayrıca. Ancak şu durumda Bursaspor takımını maalesef yalnızca tebrik etmekten ileri gidemiyorum. Aziz Yıldırım'ın zamanında söylediği "UEFA Kupası Galatasaray için bir tesadüftü" sözlerinden hareketle bu şampiyonluğun da Bursaspor için tesadüften başka bir şey olmaması gerekiyor. Aziz Yıldırım, çok ağır eleştirilere maruz kalmıştı o dönemde. Anlatmak istediğini anlayan pek çıkmamıştı ama dediklerinde son derece haklıydı. Galatasaray 2000'den sonra devamını getirip, Porto örneğinde olduğu gibi Şampiyonlar Ligi'nde de başarılar kazansaydı, işte o zaman tesadüf olmaktan çıkardı o kupa. Günümüze dönersek tekrar, Bursaspor için Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan katılmak büyük bir fırsat. Hele ki kendilerini o sahnede gösterecek futbolcular için bulunmaz hint kumaşı niteliğinde. Çıkıp toplarını oynamaları yeterli; kimse onlardan o sahnede daha fazlasını beklemiyor. Ancak Lige döndüğünde aynı başarının tekrarlanması şart. En azından şampiyonluk yarışında olması gerekiyor. Bu yılki başarısını devam ettirmesinin, aksi durumda tesadüf diye ortaya çıkacak olan bizlere güzel bir cevap olacağı kanaatindeyim. Kısacası Bursaspor'un bir Sivasspor sendromu yaşamaması gerekli. Bunun için de ellerinde oldukça büyük bir potansiyel var aslında. Tarihin 4 şampiyonunundan başka bir futbol kültürü oluşturmuş olan, her daim doldurulabilecek bir stada sahip olan, "Bursalı değil Bursasporluyum" diyebilecek taraftara sahip olan yegane kulüp ülkemizde. Hatta kendilerine özgü bir gol sevinçleri bile var:) Yani bu başarılarını tekrarlamamaları için önlerinde hiçbir engel yok. Yeter ki ileride belki de bir Mourinho olabilecek olan Ertuğrul Sağlam'ı kaybetmeyip ona sonsuz şekilde güvenebilsinler.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

Bir Ayazma Öyküsü (Part 2)

Previously on Ayazma: 29 Nisan'da Unna topraklarına ayak basan şanlı Ayazma'nın tek amacı 5 ay önce hezimete uğradıkları Almanya'ya gereken dersi vermekti. Bu isteklerinin ateşiyle kavrulmuş olan oyuncular, yorucu antremanları ve zorlu maçları geride bırakarak Yazarlar Şampiyonasına katılmıştı. İddialıydılar bu sefer. İnanmışlardı Şampiyonluğa ve zafere. Gururlu, başları dik gittiler intikam kokan topraklara. Gruptan namağlup yükseldiler yarı finale. Milli takımlar düzeyinde gol atamadığımız İngiltere'ye makus talihlerine yenik düşerek gol atamadılar belki ama sert İngilizlerden gol de yemediler. Nice yazarların çıktığı, nice müzisyenlerin yurdu olan Avusturya'yı mağlup ettiler tıngır mıngır oynayarak. 3 yıldır düzenlenen turnuvada yenilgi yüzü görmemiş ve 3 yılın şampiyonu olan İsveç'e 3 gol sallayıp "Sizin efsaneniz de buraya kadarmış" dediler. İsveç galibiyeti Ayazma'nın grubunu lider bitirmesi anlamına geliyordu. Aynı şekilde Almanya da diğer grubu lider bitiriyordu. Ayazma'nın yarı finaldeki rakibi ise İtalya idi. Ve Yarı final maçı saati gelmişti…

Yeni Bölüm: Turnuvaya katılan neredeyse bütün takımlara (elbetteki Almanya hariç) ses tellerinin kopmasına yaklaşana dek destek veren Ayazma, bu sempatik ve barışçıl duruşundan ötürü tribünlerin desteğini de arkasına alarak yarı finale çıkmıştı. Rakip, dünyanın en sert savunmasını yapan, catenacio'nun mücitleri İtalyanlar'dı. Catenacio, benim gözümde her zaman muhafazakar bir duruşu simgelemiştir. Ön alanda bir kişi bırak, müdafayı ve orta sahayı kalabalık tut, şansa bir gol bulursan tüm maç bunu koru. Muhafazakarlar bile daha az muhafazakardır eminim. Neyse hikayeye geri dönelim. İtalyan kanında varolan catenacio'yu İtalyan yazarlar takımı da benimsemişti elbette. Gol yollarında sıkıntı çeken Ayazma, gol de yememişti ve final umutlarını penaltılara bırakmıştı. Artık herşey, tüm kedi familyasıyla nitelendirebileceğimiz efsane kaleci Yashin'vari stiliyle Ender Özkahraman'a bağlıydı. Tüm takım panterden bozma, leopardan kırma Ender'in kurtarışlarını beklemekteydi. Ve O, üzerine düşeni fazlasıyla yaptı. Ayazma'nın adını finale yazdıran muhteşem iki penaltı çıkararak belki de tarihe geçiyordu. Şimdi kutlama zamanıydı çünkü Ayazma finaldeydi artık! "Ayak takımı bunlar" diye hor görülen, 7-1lik mağlubiyetler gören bir takımın mucizesiydi bu. Bu mucizeyi efsaneye dönüştürmek için önlerindeki tek engel ise Unna'ya geldiklerinden beri, aslında 5 uzun aydan beri, belki de rüyalarına hatta kabuslarına giren Almanya'ydı. 7-1lik skorun getirdiği ızdırapla bilenmişti Ayazma, Almanya'ya. Tüm planlarını Almanya'yı mağlup etmek üzerine yapmıştı yazar, çizer takımı. Çünkü bu mesele artık bir gurur meselesi haline gelmişti ve intikam en acı şekilde alnımalıydı.

Maç saati gelip çattığında tüm takımın özelliği olan neşeli, espirili hava yerini stresli bir havaya bırakmıştı. Almanların Ayazma'ya tepeden bakışları onları küstah, pis Rus düşman konumuna sokarken Ayazma'nın heyecanlı ve stresli ama bir o kadar da kendinden emin duruşu Rocky'yi andırıyordu. Maçın başlamsıyla beraber Ayazma'nın da yumrukl… pardon atakları başlamıştı. İlk yarıda gayet üstün bir oyun ortaya koymuşlar ama golü bulamamışlardı. Maçtan önce endişe duyulan en büyük konu tahmin edildiği gibi büyük bir sorun çıkarmıştı önlerine: Almanya'nın kalecisi… Futbolu seven herkesin çocukluğunda mutlaka yer etmiş olan çizgi filmin yani Benjamin'in kalecisi olan Şeker Duvar'ı andırıyordu. Bilmeyenler içinse ikiye beş bir yarmaydı da diyebilirz elbette. Şeker Duvar'ı geçemeyen Ayazma oyuncuları da maçın ikinci yarısında yorgunluk emareleriyle beraber maçın kontrolünü Almanya'ya bırakmışlardı. Ancak bu sefer devleşen Ender abi ve Ayazma müdafasıydı. Maçı gol yemeden bitiren Ayazma'nin kaptanı küçük dev adam Bağış Erten verdiği demeçte, gol yemedikleri için mutlu olduklarını söylüyor ve Almanya'nın biraz daha üstün oyun sergiledilediğini kabul ediyordu. Penaltılar da en az maç kadar çekişmeli olmuştu ve her iki taraf da birer penaltı kaçırmışlardı. Kaçıranın maçı ve şampiyonluğu hatta daha da ötesi küçük çapta olan bir savaşı kaybedeceği anlar gelmişti. Altıncı penaltıyı atacak olan Badem'in badem gözlü olmasının yanında oyunu da badem tadında olan Mustafa Kemal topun başına gelmişti. Belki de içinden, "Kale küçük, ayı büyük" deyip zamanının saçma reklamını hatırlayarak geldi topa doğru… Maalesef ki içinden geçen gerçek olup dev gibi bir Alman'ın koruduğu küçücük kaleye topu sokamayınca arkadaşarını hit şarkısıyla teselli ediyordu: "Sen ağlamaaaaa bir damla göz yaşın yeteeeeer"… Herşey buraya kadardı. Almanların kendi evlerinde oynadıkları turnuvada kupayı kaldırmalarının ardından teselli ödülleri olan gümüş madalyalarını boyunlarına takan oyuncular "Yenildik ama gururluyuz. Bu takım bize 5 ay önce 7 gol atmıştı. Bugün biz onların analarından emdikleri sütleri burunlarında getirdik. Ama tecrübesizdik ne yazık ki. Önümüzdeki turnuvalara bakacağız artık." diyerek herkesin an geldiğinde futbolcu tribine girebileceğini gözler önüne seriyorlardı. Moraller belki bozulmuştu ama ortada kazanılan bir gurur da vardı. Mağrur duruşunu kaybetmeden yenilmişti kahraman Ayazma. Her epik hikaye de mutlu sonla bitecek değil elbet. Bizimkinin sonu biraz trajik bitti ama Ayazma'dan beklenen de sıradanlığı aşmasıdır öyle değil mi?

Mıkı'yla beraber havaalanına gittiğimizde provaya başlamıştık: "Sen şampiyooon olmasan daaa kupaları almasan daaa..." diyerek. Gerçekten de -her zaman olduğu gibi- Türkiyeli yazar çizer takımı kupayı alamasa dahi şampiyonluğu çoktan kazanmışlardı bizim gözümüzde. Hikayeyi boşuna Rocky'ye benzetmedik ki en başında. Rocky 6'da da favori olan rakibinin karşısına çıkan Rocky tüm inancına, azmine ve desteklere rağmen karşılaşmayı kaybediyordu ama izleyenlerin sevgisini ve saygısını kazanıyordu. Tıpkı Ayazma gibi. Belki bizler dökülmedik sokaklara ama uçaktan indikten sonra gözlerinizde gördüğümüz o buruk sevinçleri ve boynunuzdaki gümüş madalyayı (gerçi ben yalnızca Alpay Erdem'in boynunda gördüm, olimpiyatları kazanmış bir güreçşi gibi çıkmıştı o kapıdan) görenler mutlaka sizin için bağırırlardı sesleri kısılıncaya dek: "Çok Yaşa AYAZMA!!!"

-FIN-

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Mayıs'ın Bir'i

"1 Mayıs'tan sonra ne olacak diye soranlara söylüyorum: 1 Mayıs'tan sonra 2 Mayıs olacak" - Deniz BAYKAL

Barış için, özgürlük için, ekmek için, daha güzel bir dünyada sömürüsüz, baskısız, insan onuruna yaraşır bir yaşam için YAŞASIN 1 MAYIS!!!

Bir Ayazma Öyküsü (Part 1)


(Bu hikaye epik bir hikayedir. Olaylar, kurumlar, karakterler bire bir GERÇEKTİR!) 5 ay önce gitmişlerdi Almanyalı yazarlarla maç yapmaya. Gittiklerinde neyle karşılaşacaklarını, neyi nasıl yapacaklarını pek de iyi bilmiyorlardır belki ama bir ışık vardı. Almanya takımı karşısında alınan 7-1lik mağlubiyet Nobel Edebiyat Ödülleri sayısıyla oranlanmış ve "Almanlar yendiğinde bizim de yenmiş olmamız gerekmiyor muydu yahu?" denmişti. O beliren ışığın bir umut ışığı mı yoksa tünelin sonuna gelindiğinde monte edilen "pamuğun" yarattığı ışık mı olduğu bilinmiyordu. Ancak vazgeçmediler. İnatla tutundular bu mücadeleye. Kimisi daha fazla sigara içti, kimisi daha çok bira... Kimisi gecesini gündüzünü birbirine kattı bu takım için, kimisi de yazdığı maillere cevap dahi alamadı ama küsmedi. Kimisi çekiminden vazgeçti, kimisi yeni çıkan albümünün tanıtımını kaçırmayı dahi göze aldı. Ama hepsi tek bir şey uğrunaydı! Almanya'ya geri dönmek ve düzenlenen Şampiyonayı kazanmak... Perşembe günü ayak bastılar yeniden Almanya'ya. Burdan ayrıldıklarından beri 5 ay geçmiş ve her pazartesi, perşembe akşamları arenaya çıkan gladyatörler gibi çıkmışlardı Beşiktaş'ın Fulya tesislerindeki halı sahaya. 5 ay boyunca arenalarında kendilerini yetiştirmişler, yeteneklerinin üstlerine koyarak "Yazar çizer takımı mı? Sizden olsa olsa ayak takımı olur! Puhahahahaha" diyenleri utandırmışlardı. O lafları söyleyenlere nispet "AYAZMA" yazdırmışlardı göğüslerine. (Hayko'nun ki hariç hiçbirinin ki dövme değil elbette.) "Dök bizi sokaklara AYAZMA!!!" sloganlarıyla uğurlanmışlardı ve tek amaçları da buydu zaten. Adeta bir Rocky filmi tadındaydı takımın hikayesi. Hani olur ya filmin başında Rocky çok acayip dayak yer pis, komünist, terörist, uyuz, sarışın, yarma Rus'tan. Vazgeçmez ama Rocky. İntikam ateşi çoktan bedenini sarmıştır çünkü. Çalışır didinir. Kar kıyamet demeden hem de. Yeri gelir odun kırar, yeri gelir kağnı çeker, yeri gelir kasap dolabındaki bütün ineği yumruklar. Ama hiç bir zaman mağrur duruşunu kaybetmez. Pis Rus ise teknolojik aletleriyle hazırlanır karşılaşmaya. O bir makinedir çünkü ama Rocky bir insan... Filmin sonu malum. Rocky'nin yumrukları pis Rus rakibini nakavt eder. Ayazma'nın hikayesi de aynısı işte. 7 gol atıp bir nevi onları nakavt eden düşman ülkenin boksörü durumundaki Almanya takımının karşısına bütün mağrurluğuyla çıkmak için gittiler el diyarına. Belki eksiklerdi. Belki moral kaynakları, aynı zamanda da gece muahbbetçileri Hayko Cepkinleri yoktu. Belki Beşiktaş maçında muhalif duruşu ve pankartı nedeniyle zor anlar geçiren Emrah Serbesleri yoktu. Belki can simitleri ve küçük imparatorları Metin Hocaları yoktu. Ama hepsinin ruhunu taşıyordu o takım. (Tabi eksikleri hissettirmeyecek bir kaç iyi transfer de yapılmadı değil ama malum epik hikayelerde kahramanın açığına yer verilmez.)
Turnuvada kuralar çekilmişti. Şanlı Ayazma'mız 8-0lık acılar barındıran İngiltere, bir zamanlar sınırına dayandığımız(!) Avusturya ve turnuvanın son galibi İsveç ile aynı gruba düşmüştü. Ama ezeli rakip, ebedi dost ve küçük, 7-1lik bir hesabın görüleceği Almanya'yı arıyordu gözler. Final aşkıyla yanıp tutuşan Ayazma, ilk maçında düşmanımın düşmanı benim dostumdur diyerek İngiltere ile 0-0 berabere kalıyordu. İkinci maçta Alman ekolünden gelen ve intikamın ateşinin alevlenmesine sebep olan Avusturya'yı 2-0la geçen kahraman Ayazma'mız son şampiyon İsveç'i de 3-1lik skorla geçerken İngiltere'nin Avusturya'yla berabere kalmasının ardından lider olarak adını yarı finale yazdırıyordu. Şimdi rakip İtalya'ydı ve her şey finale kalmak için feda edilebilirdi. Çünkü finalde ev sahibi Almanya onları bekliyor olacaktı (muhtemelen). Grup maçlarında rakiplerin sert futbolundan yakınan Ayazma, başını eğmeden, tüm zorluklara ve sertliklere yeri geldiğinde göğüs gererek yeri geldiğinde burun vurarak bazen tekmeye kafa sokarak bazen de taban kaldırarak direnmeyi bildi. Bazısı sıcacık yatağında uyuyor, bazısı İtalya için taktik hazırlıyor, bazısı da (kendisi kim olduğunu gayet iyi biliyor) kafayı çekiyor olabilir şu anda. Ama hepsinin aklında tek bir şey var: ŞAMPİYONLUK!

-to be continued-
...
-arkası yarın-
...
-önü öbür gün-
...
-sağım solum saklanmayan sobedir-
...
-hatıralar sarmış dört bir yanımı-
...