30 Mart 2010 Salı

Sarı Melekler ve Boş Tribünler


Bir takım düşününki ligde oynadığı 22 maçta hiç yenilgi yüzü görmemiş ve normal sezonu namağlup lider tamamlamış. Bir takım düşününki bayan voleybolunun kulüpler bazında en büyük kupası olan İndesit Şampiyonlar Ligi'nde final-four'a rakiplerini eze eze yükselmiş. Bir takım düşününki kadrosunda bulundurduğu oyuncuları Avrupa'nın hatta Dünya'nın en önemli oyuncuları. Ve bir takım düşününki Avrupa Kupası maçında az seyirciye oynadığı için 3000 € ceza yesin. Evet, bugün Fenerbahçe Bayan Voleybol Takımı nam-ı diğer Sarı Melekler, Avrupa Voleybol Federasyonu (CEV) tarafından play-off müsabakalarından herhangi birinde 800'ün altında seyricinin tribünlerde olması nedeniyle bu ağır ve utanç verici cezaya çarptırıldı.
Utanç verici demek biraz abes kalıyor elbette. Sonuçta yaşadığımız ülkenin ilgi alanlarını da göz önünde bulundurmalıyız. Yine de başta saydığım özelliklerde bir takımın böylesine az seyirci karşısında oynamasını özellikle de bir Avrupa Kupası mücadelesi olmasına rağmen tribünlerin dolmamsına akıl vermek mümkün değil. Fenerbahçe Acıbdaem takımı (ülkemizde daha iyi anlaşılabilir olması nedeniyle böyle bir örnekleme kullanacağım) şu an için futbolun Barcelona'sı tadında. Böylesi büyük ve Türk voleybol tarihinin en önemli takımı haline gelmiş bir ekibi yerinde izlememek spora ihanetten başka birşey de değildir aslında. Şimdi soracaksınız. Sen gidip izledin de millete bok mu atıyorsun diye. Asıl değinmek istediğim konu da bu zaten. Tamam, ülkemizde futbol haricinde pek fazla spora ilgi gösterilmiyor. Basketbol dahi dönemsel takip ediliyor. Hidio'ya Memo'ya teşkkürlerimizi de sunarız ayrıca. Ancak günümüzde reklamın, görsel tanıtımların insanların ilgi alanlarının oluşumunda yeri büyük. Kaç tane televiyon kanalında veya gazetede Fenerbahçe Acıbadem'in maçlarının günü ve saati belirtiliyor? Final Four'a kalamayacak olsa kiminle oynadığını, maçın sonucunu dahi bilemeyecektik. Dün oynan derbi maçı 2 hafta öncesnden konuşulmaya başlandı ki haftaiçinde Fenerbahçe'nin kupa maçını dahi unutturdu. Bu maça verilen önemin dörtte birinin basketbol, voleybol gibi diğer spor branşlarına da verilmesi bu gibi utanç verici durumların oluşmasını engelleyecektir diye düşünüyorum. Belirtmeden de geçmeyelim, Fenerbahçe Ülker basketbol takımı da Fenerbahçe Acıbadem'in düştüğü duruma düşmekten Euroleague'den elenmesi sebebiyle yırtmıştı. Gruplardaki birkaç maçında ULEB'in belirttiği seyirci sayısının altında oynaması sonucu ihtar almış eğer bir üst gruba yükselirse ve bu durum devam ederse cezai uygulamayla karşı karşıya kalacağı belirtilmişti. Akıllara gelen ilk soru Fenerbahçe Spo Kulübü'nün bir "spor" kulübü mü yoksa bir "futbol" kulubü mü olduğudur. Futbol takımının Turkcell Süper Ligi'nin en yüksek seyirci ortalmasına sahip olmasıyla Amatör Branşlar olarak son derece çirkin telaffuz edilen diğer branşlarda bu tip durumlara düşmesi son derece şaşırtıcı açıkçası.

İnsanların ilgi alanı, basının dikkat çekmesi gibi nedenlerin hemen ardından üçüncü sıraya koyabileceğimiz diğer bir neden ise salonların yetersizliğidir hiç şüphesiz. CEV'in koyduğu kurala göre play-off maçları 800 seyircinin altında bir sayıyla oynanırsa ev sahibi ekibe para cezası verilmesi söz konusu. Fenerbahçe Acıbadem - Metal Galati maçını sadece 560 kişi salondan takip etmiş. 700 - 750 kişi de kalsak gam yemeyeceğim yine. 560! Onların çoğunun da Fenerbahçe'nin alt yapı oyuncuları veya takımdaki oyuncuların eş ve dostları olması kuvvetle muhtemel. Yaptığım küçük bir araştırma sonucunda da maçın bilet fiyatlarının yalnızca 5 TL olduğunu belirtmek isterim. Sigraya verilen paradan 1.5 TL daha az yani. Neyse, biz salonların yetersizliğine geri dönelim. 560 kişi, o salonun yarısının dolu olduğu anlamına geliyor. Burhan Felek... Kapasite: 1160... Amerika Birleşik Devletleri'nde bir Kolej ligi olan NCVA'da seyirci ortalaması ise 6.000. Sadece Kolej maçlarından bahsediyoruz. Avrupa'da CEV'in paylaştığı rakamlara göre İndesit Şampiyonlar Ligi'ni ortalama 5.500 kişi izliyor. Bizim salonumuzun kapasitesini tekrar hatırlatalım: 1160. Sadece bu rakamlar bile çok fazla yorum gerektirmiyor aslında bu konu için. Aslına bakarsak yetkililer de farkında bu sayıların. Bu nedenledir ki Burhan Felek'e gittiğinizde görürsünüz, tribünlerin alt kısımlarına seyirci resimleri koymuşlar. Kapasitenin az olduğunu belli etmemek için olsa gerek ama nafile. Gerçi 560 kişinin izlediği bir maçı normal olarak da nitelendirebiliriz ülkemizde. Ne de olsa yarı yarıya doldurmuşlar salonu. Teşekkürler Türk sporseverler, teşekkürler popülist basın, teşekkürler muhteşem spor yöneticilerimiz, teşekkürler Gençlik ve Spor İl Müdürlükleri...

28 Mart 2010 Pazar

Gecenin Özeti


Hani Cem Yılmaz diyor ya, "Ben profesyonelim, bu işi g.tümle bile yaparım." diye. Volkan'ın ki de başka bir şey değil aslında. Belki fair play açısından pek hoş bir görüntü değil bu. Rakip takımı ve seyirciyi küçük düşürücü bir hareket olduğu bariz ortada. Güzel oyun sevdalıları pek beğenmeyeceklerdir. Ama oyun da böyle güzelleşiyor yahu! Bir Fenerbahçeli olarak da hoşuma gitmedi değil hani :)
Maç yorumuna gelirsek... Gerek var mı ki?!

24 Mart 2010 Çarşamba

Alkışlarla Özhan Canaydın


Bugün Fenerbahçe'nin maçı olduğunu son dakikada öğrendiğim için önce biraz ayıpladım kendimi. Tarihte görülmüş şey değil benim bir Fenerbahçe maçını unutmuş olmam. Zaten maçın Fenerbahçe taraftar ortalaması olan 35.000 kişiden çok daha az bir seyirci sayısıyla oynanmasından da belliydi. Kendimi suçladığım oranda popülist basın organlarımızı da suçlamaktayım bu yüzden. Galatasaray'ın Trabzon deplasmanından beri derbi ateşiyle yanıp tutuşuyor gazeteler, televizyonlar. Kimsenin umrunda değil Fenerbahçe'nin haftaiçi 27 yıldır kazanamadığı Türkiye Kupası'nda yarı final maçına çıkacak olması. Türkiye Kupası dedim de... Bundan sonra Kupa maçlarını TRT vermeye devam edecekse şayet ben bütün maçları stadta izlemeye hazırım yağmur da olsa kar da olsa çamur da olsa. Yeterki bütün futbol iştahımı sömüremesin TRT. Bu kadar kötü yorumlar Star'ın Şampiyonlar Ligi ekibinde dahi olamaz. Onlar en azından insanı güldürebiliyorlar gerçi. Hadi yorumları geçtim, stadta kaç tane taraftar "Maç TRT'de izlenir" gibisinden pankart hazırlamışsa TRT'nin onları gösterme mecburiyeti var sanki! Ayrıca madem maç TRT'de izlenir diyorsun, ne işin var stadta be adam! Neyse zaten habercileri ısmarlama soru soruyorlar, kanal olarak başbakan poposunu yalamayı "To Do List"lerinin en başına koymuşlar, maç falan da izlenmez artık. TRT benim için bitmiştir, bir daha da gelmem TRT'ye artık. Manidar oldu.
Maça geri dönelim biz. Zap yaparken maç öncesi yorumlara denk gelerek maç olduğunu öğrenmenin verdiği acının tarifini yapamam. Ne kadar darlayıcı bir maç olduğunu ise hiç anlatamam. Gerçi izlemem gereken yeri büyük bir merakla ve tüylerim diken diken olmuş bir şekilde izlemenin verdiği keyif de büyüktü hani. Malumunuz geçtiğimiz günlerde Galatasaray'ın eski başkanı Özhan Canaydın'ı kaybettik. Yazık oldu. 6-0l'ık maçta Aziz Yıldırım'ı tebrik ederken ve halen binbir güçlükle binbir sıkıntıyla yapımı devam eden Galatasaray'ın yeni stadının projelerini basına açıklarken ki görüntüleriyle anımsıyorum onu daha çok. He bir de Galatasaraylı taraftarların onun hakkında pek de iyi şeyler söylemediği zamanları... Türkiye'de genelde her spor kulübü yönetimlerinin kaderidir bu. Taraftarlarca yuhalanmak, istifaya davet edilmek. Zaman zaman bizler de sesimizi yükseltsek de Aziz Yıldırım yönetimine, acı çekmeyi seven bir yapıda ve faşizan yönetimleri hoş bulan bir zihniyette olduğumuzdan severiz başkanımızı koşulsuz şartsız (!). Beşiktaşlılar için ise duyrum biraz daha anlaşılabilirdir. Onların mentalitesinin tamamen Fenerbahçe taraftarıyla zıt olduğunu varsayıp, zaten her şeye muhalefet her şeye karşı olduklarını söylemek zor olmaz ki zaten kendileri de bunları rahatlıkla dile getiriyorlar. O yüzdendir ki hiç bir yönetimi sevmezler onlar. Onlar için en iyi yönetim yönetimsizlik, anarşizimden ötesi değildir. Severim bu yönlerini.

Gelelim Galatasaray'a... Özhan Canaydın gibi bir adamı (adamı diyorum başkanı değil. Çünkü o, "başkan" sıfatından önce "adam" sıfatını hakediyordu) nasıl olur da sindiremezler. Nasıl olur da son yıllarda tepki gösterdikleri tek yönetim Özhan Canaydın yönetimi olur aklım almıyor doğrusu. Fenerbahçe ve Beşiktaş taraftarlarında mevcut olan karakteristik sitasal anlayış Galatasaray taraftarlarında yok tamam ama bu biraz da saçmalık derecesine geliyor. Daha büyük saçmalık ise meyve veren ağacın değerinin ağaç kesildikten sonra anlaşılır olması. Aslında bu Türk insanının bir niteliği. Barış Manço, Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Özhan Canaydın gibi isimlerin en büyük ortak özelliği değerlerinin onlar göçtükten sonra anlaşılması. Bu yazıda ikinci kere değineceğim ama bu popülistlikten başka bir şey değil.

Bu akşam maçta kaçırmak istemediğim tek bir an olduğunu söylemiştim. O an, Şükrü Saraçoğlu'nda Özhan Canaydın için yapılacak olan saygı duruşuydu. Her şeyi bir kenara bırakırsak sonuçta o da bir Galatasaray Başkanı'ydı. Fenerbahçe taraftarlarınca sonsuz eksi 1 kere sevilmeyecek adam sıfatını taşıyordu. Sonsuz eksi 2 de Galatasaray kaptanıdır zaten. Hakemin saygı duruşu için çaldığı düdükten sonra Türkiye'de aklıma getiremeyeceğim şey oldu işte. Belki biraz popülistlikten belki de ölüye saygıdan ama neticede bir Galatasaray Başkanı için yapılan saygı duruşunu Fenerbahçe taraftarları ayakta alkışladılar uzun uzun. Hani bahsediyoruz ya sahalarda görmek istediğimiz hareketler diye... İşte bu hareket tam da o hareket! Bu tip olgunlukları çok değil, bir kaç stadta görsek bir kaç jest görsek, çok tartışılan o Türk futbolunun marka değeri tavan yapacaktır. Fenerbahçe'nin 12 numarasına sonsuz teşekkürü herkesin borç bilmesini de dilerim. Umarım bu sadece bir başlangıç olur ve bu tip durumlarla sık sık karşılaşırız. Maçla ilgili de diyecek pek bir şey yok, zaten diyecek tek şeyi de söyledik. Son olarak, huzur içinde uyu Özhan Canaydın...

22 Mart 2010 Pazartesi

Gece Gündüz Eşitken...

Saatler gece yarısını vurduğunda yine bir gün daha yaşlanıyor insan. Belki yüzünde yeni bir çizgi oluşmaya başlıyor belki de kafa derisindeki hücrelerden biri daha ölerek biraz daha kelleşiyor ya da eklemlerindeki ağrılar artmaya başlıyor. Aynı zamanda o geçen her gün yeni bir şey ekliyor insan kendisine. Yeni bir şeyler öğreniyor veya yanlış bildiklerini unutuyor. Unutulmaması gereken tek şey biten günün ardından yeni bir tanesinin başlayacağı ve her ne kadar geçen bu günlerden fiziki açıdan olumsuz etkilensek de zihinsel açıdan olumlu etkilenmek Yaşanan her günün, her saatin, her dakikanın, her anın yaşamımıza tecrübe olarak etkilenmesini sağlamak...
Sadece futbol, sinema, basketbol yazmak kendimi sınırlamak demek. Daha önce de söylediğim gibi, rutinin dışına çıkmak lazım bazen, hatta sıkça...
Yeni başlayan günü hatta yeni mevsimi iyi değerlendirmek gerek. Bugün gecemiz de gündüzümüz de eşitti, yarın böyle olmayacak. Yaşadığımız anın önemini bilmek, onu sevmek gerek. Bu yazı da bahar yorgunluğunun bir ürünü olsa gerek :)

17 Mart 2010 Çarşamba

Ne Demişler? #6


"Hayatım paranın etrafında dönmüyor. En büyük zevkim mağazaları dolaşıp önüme çıkan her şeyi satın almak değil. On yıllık bir arabam var. Para asgari rahatlık ve azami özgürlük sahibi olmak için gerekli. Beni mutlu eden şey para değil, para kazanma derdine düşmeden yapabildiğim işler." - Eric CANTONA

10 Mart 2010 Çarşamba

Haydi Bre Pehlivan!



Dünyanın öbür ucuna da gitseniz karşılaşırsınız bir Türk'le mutlaka. Bulamayacağınız ülke yoktur. Zaten kendini de belli eder hemen. Ağzında mutlaka sadece külü kalmış bir sigara dibi, ağzının içine giren üstünde kalmış bilimum yemek kalıntıları ile pos bıyığı ve tabiki de bele takılı olan ve her an kullanıma hazır bir şekilde bulunan cep telefonu. Herkesin bildiği gibi Cem Yılmaz filmleri bu durumu son derece güzel yansıtmaktadır. Veya yukardaki resimde görüldüğü gibi pek yeteneklidir taklit, imitasyon konusunda. Gerçek bir Superman olmuş abimiz. Arkadaki klozet, vileda sapı ve tuvalet konsepti de poza ayrı bir hava katmış doğrusu. Lost'un patlama yaptığı dönemlerde de sözlüklerde ve bloglarda "Lost'ta bir Türk olsaydı" ile başlayan cümlelere ve psotlara sık sık rastlamışızdır. Hayli komik yazılar da var doğrusu. Sonra mesela Acun'un Acun Firarda'yı çektiği dönemlerde rastladığı Türkler... Nerede olduğunu tam hatırlayamıyorum ama yine dünyanın diğer ucundaydı Acun bi keresinde. Bir gece kulübüne girip çekim yapmışlardı. 2 kıza dans bahanesiyle sürtünen bir genci çekiyorlardı. Acun'un sözlerini net hatırlıyorum: "Evet sayın izleyicilier. Sadece ülkemizde rastlamıyoruz böyle durumlara..." Sonrasında çocukla röportaj yapmak için yanına gittiğinde aldığı cevabı belki de hiç beklemiyordu ama çok da şaşırmaması lazımdı: "Abi ben de Türk'üm!"


Böyle enteresan bir milletiz işte. Dünyanın bir ucuna da gitsek Türk Türk'tür. Gerçi yazıyı yazmamdaki amaç çok farklı. Street Fighter'ı bilmeyeneniz var mıdır bilmem ama bilmiyorsanız niye yaşıyorsunuz diye sorarım size... Kendisi dövüş oyunlarının babası hatta atası sayılabilir. Mortal Kombat'tı Tekken'di hepsi sonradan çıkmıştır ortaya. İşte bu efsane oyunun yeni sürümü olan Super Street Fighter IV Nisan ayının sonunda raflardaki yerini alacak. Eee ne alak Türklerle dediğinizi duyar gibiyim. Oyunu bilmeyenler için belirtmem gereken bir diğer şey ise oyundaki karakterlerin farklı milletlerden oluşu. Japon'u, Rus'u, Taylandlı'sı, Çinli'si, Brezilyalı'sı, Hintli'si, İspanyol'u, Meksikalı'sı, Fransız'ı ve olmazsa olmaz Amerikalı'sı mevcut oyunda. Unuttuğum varsa hatırlatın. Peki niye bir Türk yok?! Büyük eksiklik. Bunun da geyiğini çevirdiğimi hatırlıyorum. Geyikler gerçek olmaktaymış oyunun yapımcısı CapCom şirketinin haberine göre. Yeni oyuna eklenecek olan 10 farklı karakterden bir tanesi de Türk olacak. Adı Hakan. Kendisi bir pehlivan. Hem de öyle böyle değil. Oyunun en irisi, en hayvanisi. Bize de bu yakışırdı zaten. Şaka maka Trakya kökenli olması ayrı bir hoşuma gitti doğrusu. Daha çok gururlandım valla! Ama kendini zırt pırt yağlaması pek bi garip. Bi de niye saçları mavi??? Neyse... Daha ayrıntılı bilgiler aşağıdaki linkde mevcut. Video, Hakan'ın tanıtımıyla ilgili. Daha fazla söze gerek yok sanırım. Haydi bre pehlivaaaaan!!!

Link

9 Mart 2010 Salı

+18?



Tamam kabul ettim. İçim fesat benim, aklım kötüye çalışıyor. Ama bu kadar da MALzeme verilmez ki!!!

Spor: Barış mı Savaş mı?


Gerçekten çok gecikti bu yazı. Keşke o tarihlerde açmış olsaydım blog'u da o zaman yazsaydım. Tarih 26 Eylül 2009. Turkcell Süper Ligi'nin 7. haftası. Diyarbakırspor,Bursaspor deplasmanında. Diyarbakırspor'un lige iyi başladığı, iyi top oynadığı haftalar. Üst sıraları zorluyorlar ve herkes "Acaba bu sezonki süpriz Diyarbakır'mı?" diyor. Bursaspor ise ligin üst sıralarında yer alacağını anons etmiş durumda. Siyaset gündemini ise Kürt açılımı oluşturmakta. Şimdi normal olarak sorabilirsiniz "ne alaka şimdi siyaset gündemi?" diye... Aslında bu haftasonu futbol adına Diyarbakır'da yaşanan rezaletin çıkış noktası o gündem. Kürt Açılımı'nın ardından tüm ülke, sanki birbirlerine düşmanmışçasına 2 ayrı kutupa bölündü adeta. Hatta işi abartıp "Bölünüyoruz! Ülkeyi bölmek istioyrlar!!!" diyenler dahi oldu. Sonra ne oldu? Tabiki unutuldu. Herşeyin unutulduğu gibi. Bu nasıl bir ülkedir ki bir gün bölünme korkusu yaşayanlar öbür gün başka bir haberle neşelenebiliyorlar. Biz 26 Eylül akşamına geri dönelim. Maçı çok net hatırlıoyrum. Özet görüntülerde Bursaspor taraftarının -öncelerde- anlam veremediğim bir nedenle Diyarbakırspor taraftarlarına taş ve bilimum başka sert cisimler fırlattıklarına şahit olmuştum. Anlam veremediğim için de normal olarak nitelendirdim. Hatta çok da üstünde durulcak birşey gibi dahi görünmüyordu. Neler görmüştü bu ülkenin stadları o zamana kadar. Bu da maçın oynandığı akşam ajanslara düşen haber:

Turkcell Süper Ligi'nin 7'nci haftasında Atatürk Stadı'nda karşılaşan Bursaspor ile Diyarbakır müsabakası sırasında iki takım taraftarı arasında çıkan kavga sonucu 10 taraftar yaralandı. Tribünlerde birbirlerine karşılıklı taş ve koltuk parçası atılması sonucu iki takımdan toplam 10 taraftar çeşitli yerlerinden yaralandı. Çevik kuvvet ekipleri olaylara müdahale ederken çok sayıda taraftar gözaltına alındı. Yaralı taraftarlar şehirdeki çeşitli hastanelere kaldırıldı.

Bursaspor-Diyarbakırspor maçı sonrası iki takım yöneticileri arasında yaşanan gerginlik kavgaya dönüşmeden son anda önlendi.

Maç sonrası Bursaspor Kulübü Başkanı İbrahim Yazıcı, Diyarbakırspor kafilesini uğurlamak üzere takım otobüsünün yanına gitti. Bu sırada Diyarbakırspor yöneticileri oldukları iddia edilen şahıslar Başkan Yazıcı'nın üzerine yürüdü. 'Diyarbakır'a gelmeyin' yanıtını alan Yazıcı sinirlenince ortam gerildi.

Bu sırada Diyarbakırsporlu yönetici oldukları iddia edilen yönetici ve taraftarlar, İbrahim Yazıcı'nın üzerine yürüyünce ortam bir anda gerildi. Başkan Yazıcı güçlükle sakinleştirilirken, Diyarbakır
kafilesi stadyumdan ayrıldı.

Ajanslar

Okuduğunuz üzere Kürt sorunu ile iligli en ufak bir kelime dahi geçmemekte. Çünkü herkes sıradan bir olay olarak görmüştü bunu. Ancak görüntüleri tekrar iyice izleyip ve iyice dinledikten sonra olayın daha farklı bir boyutta olduğunu anladım. Yukarıda bahsettiğim gibi Kürt Açılımı sonrasındaki kutuplaşmanın bir meyvesiydi. Kürt vatandaşlarına tanınan bazı hakları içine sindiremeyen diğer kutubun temsilcisi niteliğine bürünen Bursaspor taraftarının bu davranışının nedenini Bursa'nın sosyo-kültürel yapısıyla ilişkilendirmemiz pek tabiki mümkündür. Maçın son dakikalarında yabancı maddeler ile kreşendoya ulaşan "Ne mutlu Türk'üm diyene", "Kürtler dışarı", "Kahrolsun PKK" sloganları Diyarbakırspor taraftarına karşı yapılmış bir başka ırkçılık çeşidi olduğunu söylemekte pek sakınca bulmamaktayım. Nitekim Maçtan sonra olağanüstü toplanan Federasyon yetkilileri de ceza kitabına, İtalya'da veya İspanya'da görebildiğimiz ırkçılıkla ilgili maddelere yakın bir madde eklemişlerdi. Buna göre taraftarların yaptığı ırkçı tezahüratlarla beraber millet ayrımcılığı içeren sloganlara da ceza gelecekti. Bunun sonucunda yanlış hatırlamıyorsam Bursaspor'un sahası 3 maç kapatıldı ve yüklü bir para cezası aldı.

Ajanslardan aldığım ve yukardaki yazıda paylaştığım yazıda ilk dikkatimi çeken Diyarbakırspor'lu yöneticilerin Bursaspor yöneticilerine yönelik söylemiş oldukları iddia edilen "Diyarbakır'a gelmeyin!" sözleri oldu. Ki zaten onları getirmemek için haftalar öncesinden Diyarbakır'daki tüm otellerin rezarvasyonlarını doldurmuşlardı. Evet, haftalar öncesinden hatta aslında 26 Eylül'den bu yana Diyarbakır'da oynanacak maçın gergin geçeceği apaçık belliydi. Buna rağmen neredeyse hiçbir önlem alınmadı. Sadece ilk maçtan sonra çıkıp Federasyon yetkilileri açıklamar yaptılar, Bursaspor ve Diyarbakırspor yöneticililerini barıştırdılar vs. Yeterli miydi? "Sahalarımızda görmek istemediğimiz olaylar..." ile başlayan cümleler kurmak çok kolaydır. Veya televizyona çıkıp yöneticilere telefonla bağlanıp onları konuşturmak. Belki kulüpleri barıştırabilirler veya kulüp yöneticilerini. Ama iki şehri hatta iki kutbu barıştırmak bu kadar kolay olamaz. Oradaki sorun futbolun, sporun çok daha ötesinde. Oradaki sorun tamamen politik bir sorun. Ve politik sorunların etkisi biraz daha uzun ömürlü olur. Göstermelik barış girişimleri sonuç veremez maalesef. Bursaspor Kulübü ile Diyarbakırspor Kulübü barışmış olabilirler ancak Diyarbakır'ın Bursa ile olan kavgası halen sürmektedir. Zaten Diyarbakır'da çıkan olayları da Diyarbakırspor izleyicisinin çıkardığını söyleyemeyiz. Haftasonu hakeme ve Bursasporlu oyunculara atılan o taşları Diyarbakırspor taraftarı değil Diyarbakır halkı atmıştır. Amacım onların haklı olduğunu savunmak kesinlikle değil. Hiçbir barışı savaşla veya kaba kuvvetle sağlayamazsınız. Eğer sağlamaya çalışırsanız barıştan gittikçe uzaklaşırsınız hatta insanlık suçu işlemiş olursunuz. Kimsenin kimseye zarar vermeye de hakkı yoktur. Ancak görünen o ki Diyarbakır halkı 26 Eylül akşamını unutmamış. Zaten astıklar pankartlarda da bunu net bir şekilde ortaya koymuşlar. Doğanın kanunu ve fiziğin temeli olan, her etkinin bir tepkiye yol açacağının olağanüstü bir göstergesidir bu. Diyarbakır taraftarını yerin dibine sokup hain ilan etmek normal gibi görünse de unutulmamalıdır ki onlar sadece "aşırı" tepki göstermişlerdir. Durduk yerde sahaya taş atıp maçın iptal olmasına sebebiyet vermemişlerdir. Yeniden belirmem gerekirse şayet bu durum kalkıpta sahaya "kaya" atmayı gerektirmez kesinlikle.


Maçtan sonra okuduğum yazıların genelinde ve dolaştığım birkaç blogta rastladığım ve dikkatimi çeken bir laf da "İstiklal marşının ıslıklanması"ydı. Öncelikle şunu söyleme ihtiyacı duyuyorum. Dünya üzerinde Milli Maçlar hariç hangi turnuvada veya ülkede böyle bir uygulama mevcut? Maçtan önce niçin istiklal marşı okunuyor? Bu uygulamanın tarihi ise 12 Eylül darbesine kadar uzanmakta. Kim demişti sporla siyasetin alakası yoktur diye?! 12 Eylül'ün ardından Kenan Evren Paşamızın(!) bizzat elleriyle hazırladığı genelgelerde TFF'nin hukukuna soktuğu bir maddedir. "Türkiye Futbol Federasyonu'na bağlı olarak organize edilen her müsabakadan önce Milli Marş'ın okunması...". Dünyada başka bir örneği de yoktur bu uygulamanın. Amaç nedir peki? Maça gelen herkese Türk olduğunu hatırlatmak mı? Ya kendini Türk hissetmeyen varsa? Yuhalaması gayet normal oluyor bu koşullarda. Çok da şaşırılcak bir durum değil. Örnek vermek gerekirse İspanya Futbol Federasyonu Milli maçlar için Avrupa'nın en büyük ve en modern stadı olan Barcelona'daki Nou Camp'ı kullanmaz. Tek bir nedeni vardır bunun. Barcelona'da İspanya milli marşının yuhalancağının bilinmesidir. O topraklarda yaşayanlar Katalan marşından başka bir milli marş duymak istemezler çünkü. Ancak biz halen zorlamayla insanları Türkleştirmek amacındayız. "Türk olacaksın!" diye bu kadar baskı yapılırsa eğer geri teper bu isteğin. Ne kadar basınç uygularsan o kadar şiddetle yüzüne patlar şişe. Etki-tepki meselesi tamamen.

Katalunya dedim de... Daha önceden bir yazı yazmıştım Katalan milliyetçiliğine dair. Bir varsayımda da bulunmuştum o yazıda. Diyarbakırspor üzerinden gitmiştim. Bir kaç tepki aldım "varsayım" üzerinden konuşuyorsun diye. Pek de varsayım olmadığını gördük hep beraber. Bursa'daki çıkan olaylar sonrasında saha kapatmayla geçiştirilen olaylar, bu sefer hükmen mağlubiyete gidecek. Doğrudur çünkü saha içine fiili müdahale söz konusu. Ancak yapılanlar çok da farklı değil. Söylemek istediğim bunun sadece "aşırı" bir tepki oluşu...

Sporun farklı renkleri, ırkları bir araya getirmesi gerekirken o renkleri ve ırkları daha çok uzaklaştırmasını anlayabilmiş değilim. Spor, barışın bir aracı olamalıdır, kavganın ve savaşın değil. Sonuçta haksızın haklı karşısında en eşit olduğu yer yeşil sahalar, parkeler ve bilimum diğer sahalardır. Böyle sloganlarla, pankartlarla veya atılan yabancı maddelerle sporun barış amacına hizmetinden söz etmek mümkün olamaz. Bağış Erten dün çok güzel yazmış: "Barışa katkı versin istediğimiz bir spor dalı artık öfkenin aynasıdır. Asıl trajik olan da budur..." Bırakın kutuplaşmayı, ötekileştirmeyi. Birleşin, bir arada yaşasın herkes. Zaten bir arada yaşamı benimseyemezsek, barışa katkı yapacak hiçbir şeye ihtiyaç duymayız. Çünkü olmayan bir şeye zaten katkı sağlayamazsınız... Kıssadan hisse...

Not: Pankartta "Tenlerimiz ve gözlerimiz farklı renkte olsa da akan göz yaşlarımızın rengi aynıdır" yazıyor.

5 Mart 2010 Cuma

4D mi?!


Henüz bir kaç post önce bahsetmiştim 3D çılgınlığından, Avatar'ın açtığı kapıdan geçen bir dolu filmin geçeceğinden ve hatta Dünya Kupası'nın Premier League'in 3D yayınlanacağından. 3D destekli TV'ler vitrinleri süslerken, HD yayına henüz alışamamış olan bizler şimdi de 4D ile karşı karşıyayız. Nedir bu dördüncü D peki? İlk üçünü biliyorduk; en, boy, derinlik. Sonuncu D'miz ise insanların diğer duyularına hitap edecek şekilde geliştirilmiş. Mesela Lord of the Rings: The Return of the King'de Frodo'nun Gollum'un direktifiyle o pis kokulu tünele girmesini daha iyi hissedebileceğiz. Frodo'nun aldığı o kokuyu birebir bizler de alacağız. Veya Star Wars: Empire Strikes Back'te Luke'un bataklığa saplanan X-Wing'inin sıçrattığı suları üzerimizde hissedeceğiz. Oldukça eğlenceli olacağa benziyor. Bir o kdar da pahalı tabi...
Avatar, yeni teknoloji devi Güney Kore'de 4D olarak gösterime girmiş geçenlerde yeniden. Şimdiye kadar tarihte 4D teknolojisinin kullanıldığı 2. film olarak kayıtlara geçti. İlki Julne Verne'in kemiklerini sızlatan Journey of the Center of the Earth idi. Film, yine Güney Kore'de ve Japonya'da 4D olarak gösterime girmişti. Güney Kore'yi bilmiyorum ama zaten hayatın pahalı olduğu Japonya'da bilet fiyatlarının 8 katına çıkmasını sağlamıştı. Daha önceki post'ta geleceğin de bir gün geleceğini söylemiştim. 4D'yi gözümden kaçırmışım. Gelecek çoktaaaan gelmiş bile. Artık bizleri sinemalarda daha eğlenceli, daha hoş veya pis kokulu ve kesinlikle daha pahalı günler bekliyor olacak. Gerçi düşününce Pandora'yı o şekilde görebil.. pardon hissedebilmek için "parası neyse veririm" derim mutlaka!

1 Mart 2010 Pazartesi

Kant - Ebedi Barış


Selman Hoca'nın ders kitabı olarak söylediği kitap... D&R'da ve bilimum kitapçılarda 'Bütün Eserleri' serisinde 2 eseriyle beraber satılan; tek başına piyasada bulunamayan ve ortalama fiyatı 13 lira olan kitabımızı buradan ücretsiz indirebilirsiniz :) Resimde İngilizce yazdığına bakmayın, tamamen Türkçe'dir!

Not: Linkini verdiğimiz sitemiz küçük bir üyelik işlemi gerektirmektedir. Ancak 'üşenen' arkadaşlar için söylemem gerekir ki yalnızca 1 dakika sürüyor!:)