27 Aralık 2010 Pazartesi

Artık Çocuk Dövüyoruz

(Yan okuma: Holiganizm iyi mi kötü mü?)

Öncelikle şuna bir açıklama getirmek lazım sanırım. Bu tip olaylar yaşandıktan sonra televizyonlarda, gazetelerde, internet sitelerinde, forumlarda, bloglarda gördüklerimiz ve okuduklarımız hep aynı cümleleri içeriyor: "Bu adamlara taraftar denemez, bunlar canavar" gibi... Maalesef ki bunlar taraftar. Evet, "Maalesef"!!! Taraftar olmak nedir? Bir takıma gönül vermek, onu desteklemek, onunla yatıp onunla kalkmak mı? Bu adamların gerçek taraftarlardan tek fazlası şiddet yanlısı ve nefret sahibi olmaları. Bu özellikleri de onları taraftarlıktan çıkartmıyor ne yazık ki. Nefret sahibi olmayan, futbolu sevdiğimiz için izleyen, takımlarımızı seven, rakiplerimize de saygı duyan bizler ise gerçek taraftar niteliğindeyiz artık. İlla ki ayrımcılık yapılacaksa, kimseye (ne kadar hak etseler dahi) hakaret etmeden, insanlıklarını ellerinden almadan ve kişilik haklarına saygı duyarak yapılmalı bu ayrımcılık. Kimseyi "şerefsizler", "canavarlar" ve özellikle de anlamını, felsefesini bilmeden "holiganlar" diye aşağılamamak gerekiyor.
Üstte paylaştığım yazıyı yazalı çok olmadı, bir buçuk ay falan. Peki bu bir buçuk ay içerisinde nelerle karşılaştık? Florya tesislerini basan, takımından memnun olmayan Galatasaraylı taraftarlar, hemen her maç kendi arasında kavga eden Fenerbahçe taraftarları, Beşiktaş - Bursaspor maçı öncesi iki takım taraftarlarının meydan muharebesi ve dünkü olay; U17 liginde Galatasaray ve Fenerbahçe'yi karşı karşıya getiren maçta yaşananlar. Bir buçuk ay için yeterli malzeme mi bunlar biz gerçek taraftarlar için? Futboldan, taraftarlıktan tiksinmemizi sağlayacak nefret suçları değil mi bunlar?
Bir kaç forum gezdim bu olayın ardından, acaba sevgili Fenerbahçeli ve Galatasaraylı taraftarlarımız neler demişler diye. Hiçbir yazılan şaşırtmadı beni öncelikle bunu söylemek isterim. Fenerbahçeliler elbetteki kızgınlar. Çocuklarımıza saldırılmış diyorlar. Ufacık çocuklardan ne istiyorsunuz diyorlar. Asmışlar, kesmişler, tehditler savurmuşlar. Galatasaraylılar da kınamışlar. O olayları çıkaranları kendilerince asmışlar, "Canavar bunlar", "Bunlar Galatasaray taraftarı olamaz" diyerek. Ancak her zamanki gibi kabahati yüzde yüz üstlenmek yok suçlunun kitabında. Her zaman bir tahrik unsuru atıyor ülkemizin sevgili taraftarları. Her zaman için kendilerince son derece geçerli bir "ama"ları var. "Ama önce Fenerbahçeli kaleci başlattı", "Ama Fenerbahçe'nin altyapı sorumlusu da olayları alevlendirdi" gibilerinden. Aynen paylaşıyorum iki tarafın yorumlarını da:
"Şerefsizler !"
"Yazık ! Hangi akıl sahibi insan bu kadar saçma bir düşünceyle bir çocuğa böyle bir davranışta bulunabilir. Sürünsün hepsi..."
"Böyle birşey olamaz yahu olamaz bu yapılan şerefsizliğin dik alasıdır. Köpekler".
"Maçın ilk yarısı 1-1 bittikten sonra Galatasaray tribünü takıma moral vermek için tribüne çağırmış. Takım gelirken Fenerbahçe'nin kalecisi Galatasaray'ın kaptanına omuz atmış. Daha sonra oyuncuların arasında sürtüşmeler kavgaya dönüşmüş. Ardından da Fenerbahçe takımının sorumlusu Galatasaray oyuncularına saldırmış, tribündeki taraftarlar da sahaya inmiş."
"Bunları yapanların üzerine kızgın demiri bastıracan aslında ancak akıllanırlar."
"İdam da edelim isterseniz.
Yapılanlar kötüdür, tasvip edilemez, cezası neyse uygulanmalıdır, o kadar."
"Öncelikle şunu belirteyim yapılanları kesinlikle tasvip etmiyorum. Seyircilerin sahaya inip futbolcu dövmesi kadar çirkin birşey olamaz, kesinlikle büyük cezalar gelmeli.
Ancak, Floryadaki maçta, ortamın gerginliğinin maksimum olduğunu bile bile kalkıp da Galatasaray kaptanına omuz atmak da neyin nesi? Tamam, dayak yiyip burnunun kırılması çok rezilce bir hareket, ama bu oyuncunun yaptığı da gayet rezilce. Altyapılarda futbolculara nasıl ahlaklı olunacağı filan da öğretiliyor bildiğim kadarıyla, bu oyuncu neden işin bu ahlaki boyutundan nasibini almamış?
Ayrıca, ortamı sakinleştirmek için uğraşması gereken bir insan, bir altyapı sorumlusu, nasıl olur da kavgaya karışır? Hakaretler yağdırdığımız tribün serserilerinden ne farkı var bu altyapı sorumlusunun?"
"Altyapı sorumlusu bizim oyunculara saldırıyor, bunu hiç dile getirmemişsiniz?"
"Suçlu tabii ki Galatasaray adına o tribünde bulunan, ama bir daha asla bulunmalarını istemediğimiz çıldırmış insanlardır. Ancak, Fenerbahçe kalecisinin yaptığı ahlaksızlık da kınanmalı, soruşturulmalı."
"Tamam, sahaya girmek gerekmiyor, oyuncuları dövmek gerekmiyor ama aynı zamanda bu olayların başlangıç sebebi olan kalecinin, taraftarına giden Galatasaray takımının kaptanına omuz atmasını veya altyapı sorumlusunun futbolcularımıza saldırmasını dile getirmiyorsunuz.
Böyle birşey olamaz yani. Hem kendi futbolcunuz durduk yere taraftarına giden oyuncuya omuz atıyor, altyapı sorumlusu oyuncularımıza saldırıyor, sonra bu olaylar yaşanınca da bütün suçu Galatasaray kulübüne mal ediyorsunuz. Buna hem suçlu hem güçlü olmak denir. Çuvaldızı biraz da kendinize batırın."
"Yapılanların savunulacak hiçbir tarafı yok,bu futbol magandaları bir an önce yakalanıp bütün çok uzun bir şekilde bütün spor müsabakalarına girememe cezalarını almalılar."
"Bir kere maç 1-1 gidiyormuş, hiçbir taraftarda tutup 17 yaş altı maçında bu kadar hırslanıp sahaya girip futbolcu dövmez; illaki birşey olmuştur omuz olayı yada başka birşey bir kere bu yönden bakalım olaya tutup bütün suçu Galasataray taraftarına atmayın.
Yapılanlar çok çirkin şeyler kabul ediyorum, inşallah cezalarınıda çekerler hemde en ağır biçimde ama dediğim gibi tüm suç bizde değil.Orda birşey olmuş belli..."
"maç 1-1 gidiyor 17 yaş altı maçı maçta durup dururken taraftar sahaya mı inecek?Bana hiç mantıklı gelmiyor.Eğer siz bizim hiç suçumuz yok diyorsanız haksızsınız bence."
"Aldıkları nefes haram şerefsizlerin! İnsan müsvetteleri..."
Bunların yanı sıra bu olayın rövanşının da olacağını dile getiren taraftarlar mevcut. Önümüzdeki çarşamba, Fenerbahçe Ülker ile Galatasaray Cafe Crown basketbol maçında kanın gövdeyi götüreceğini belirtmiş bazı taraftarlar. Bazıları da yanına gülme efekti falan koyarak paylaşmış bunları bu durumdan eğlence çıkarırmışcasına. Hatta Galatasaraylıları savaşa davet eden cümleler de geçiyor "hazırlıklı" gelin!" gibilerinden:

"Desene Çarşamba Günü Geleneksel Meydan Muhaberesi Var=)"

"Meydan değil salon muharebesi:D:D"

"çarşamba gene olay var"

"Desenize Çarşamba MACERA KALDIĞI YERDEN DEVAM EDİYOR.. "

Bunlar da çıkan olayların görüntüleri:




Özellikle Beşiktaş ile Bursaspor taraftarları arasındaki çıkan olayların ardından pek çok bilirkişi(!) televizyonlarda ahkam kesti sabahlara kadar. "Sporda şiddet yasası çıkarılmalı", "polisler görevlerini savsaklıyorlar", "başkanlar yeterince müdahaleci değiller" gibi cümleler sarf edildi. Bazıları gündeme oturma çabasında o ayrı ama bazılarının da haklı oldukları noktalar var. Ancak benim görüşüm şu ki bu önlemleri biraz daha kökünden ele almak gerekiyor. Yazılaı kanına dokunmuş diye bir Ermeni gazeteciyi vuran, Madımak Otelini ateşe veren, Çingenelerin yaşam alanlarına kasteden, 6-7 Eylül olaylarını çıkaran, rahip ve misyoner öldüren, Kürtçe şarkıya çatal fırlatan, eşcinselliğin biyolojik bir bozukluk olduğuna inanan ve bunla ilgili basına açıklama yapan, siyasi görüşüne ters olduğu için öğrencileri döven, protesto hakkını kullanıp yumurta atan öğrenci hakkında yasal işlem başlatan, İşçi Bayramı'nı kutlayan vatandaşlara ateş açan, ABD'yi protesto eden gençleri bölücü diye dövmekten beter eden, her Kürt'ü terörist sanan zihniyet ile tribünde kavga eden ya da birbirine meşale fırlatan taraftarlar arasında düşünce yapısı olarak hiçbir fark göremiyorum. Ülkede böylesine vahim olaylar yaşanırken sporda şiddet yasası ile taraftarlar arasındaki kavgaların önüne geçilebileceğini tahayyül edemiyorum. Bu durumun çözümü sporda şiddet yasasından çok, nefret suçlarına karşı yasalar çıkarmak. Kendimize demokratik diyoruz ya hani, anayasamızda tüm vatandaşların yasalar önünde eşit olduğunu vurgulayan ve ayrımcılığı yasaklayan maddeler olsa dahi bunlar teoriden öteye gidemiyor ve nefret suçları ile ilgili tek bir madde bile yer almıyor maalesef. O yüzden özel olarak eğitilmiş spor polisleriyle ya da sert yaptırımlar içeren sporda şiddeti önleyecek yeni yasalar ve düzenlemelerle bunların önüne geçebilecek olsak dahi insanların birbirlerine karşı duydukları kin ve nefreti dizginleyemezsek ve hatta cezalandıramazsak, bugün bu çocukları döven adamlar ve tribünlerde birbirlerini yiyen insanların, sokaklarda bu kavgalarına başka başlıklar ve amaçlar altında devam edeceklerinden şüphem yok. Çünkü onları engelleyecek yasalarımız yok!

20 Aralık 2010 Pazartesi

Nerde O Eski Günler


Eskiler daha mı güzeldi ne? İster istemez karşılaştırıyorum 50 - 60 yıl öncesinin taraftarlarını ya da insanların futbola bakışlarını, şimdikilerle. Hatırlayalım istedim o zamanları sadece. Mesela bir arada yaşayabilmek için yırtıyoruz ya kendimizi dar görüşlülere karşı, o zamanlar taraftarlar bir arada otururlardı her maç. Türk'ü, Rum'u, Kürt'ü, siyahı, beyazı, laciverti, kırmızısı, müslümanı, gayrimüslimi farketmeden. Rakip takım tribünü falan da yoktu öyle. Mesela Başkanlar da sürekli ortalarda olmazlardı. Onlar "Başkan"lardı, kulubü yönetenler... Biraz tepede olup sorun çözerlerdi, yaratmazlardı. Futbolcular kendilerini yere atmazlardı. Atanlar olursa da yerdeki o çamuru tatmak için atardı, insanları aldatmak için değil. Stadyumlar vardı Arenalar değil. Daha küçüktü hepsi, herkes kaynaşabilirdi rahatça. "Merchandise" nedir bilinmezdi. Tek merchandise gidilen maçın biletiydi, koçanlısından. Maça gitmek için şık giyinilirdi, her zaman gidilemezdi ne de olsa. Formalarda reklam olmazdı hiç. Futbol endüstriyelleşmemişti bile. Ne güzeldi "endüstrisiz" futbol. Aslında her şeyden önemlisi rakibe, taraftara, hakeme saygı vardı şimdi hiç bir yerde göremediğimiz cinsten hem de. Ha bir de özellikle küfür yoktu tribünlerde. Hatırlasanıza "Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa"lar söylenirdi ya da "Re re re ra ra ra Galatasaray Galatasaray Cim Bom Bom" diye bağırılırdı. Futbol maçları hafta sonları ailece gidilen, piknik, sinema ,tiyatro aktivitelerine alternatif oluşturan bir etkinlik konumundayken, şimdilerde tribünde hele ki kale arkası tribünlerinde kadın izleyici gördüğümüzde "oha kadın gelmiş lan maça" diyoruz maalesef. Her haliyle tercih ederim o günleri şimdiye kıyasla.
Bu yakınmaların ardından çok farklı bir yere bağlamak istedim konuyu. 1 haftadır rahatsızlığından ötürü zor günler geçiren gerçek efsanemizi (sadece Fenerbahçelilerin değil, tüm insanların), Lefter'i unutmamamız gerek. Türkiye'de kaç tane sporcunun heykeli stadın önüne dikilir ki? Kaç tane futbolcu tanıyorsunuz bir kulübün marşına adını sokmayı başarabilmiş? Hepsinden de önemlisi kaç tane Yunan tanıyorsunuz Türkiye milli takımının kaptanlığını yapmış? Sizce böylesi bir durum bugün olabilir miydi? Devşirme bir oyuncuyu milli takımda görmekten midesi bulanan insanların yaşadığı bir ülkeden ve onun spora bakış açısından bahsediyorum. Lefter'i yüceltmemiz için yalnızca, geçmişteki sorunlarına tutsak kalmış iki ülkenin de "vatandaşı" olabilmesi bile yeter aslında. Sporun barış için olduğunun en büyük kanıtı Lefter Küçükandonyadis ve döneminin futbol felsefesi. Lefter sahaya çıkınca inlerdi tüm tribünler hep bir ağızdan o zamanlar. Ne nefret vardı o sözlerde, ne kavga dövüş, ne de sin kaf...
"İstanbul deyince aklıma stadyum gelir
Kanımın karıştığını duyarım ılık ılık
Memleketimin insanına
Daha fazla sokulmak isterim yanlarına
Ben de bağırırım birlikte
Avazım çıktığı kadar
Göğsümü gere gere
Ver Lefter'e yazsın deftere...."

22 Kasım 2010 Pazartesi

Sadece Futboldan Anlayan, Futboldan da Anlamaz

Böyle bir adam işte Cantona. Futbolu çok da geç sayılmayacak bir yaşta bırakmasının tek nedenini "Şimdiye kadar kendime yetecek kadar çok para kazandım bu işten. Daha fazla kazanmak istemenin mantığını anlayamıyorum." diyerek açıklayan bir adamdan beklenen açıklamalar aslında. Belki Altın Top, Altın Ayakkabı veya Dünyada Yılın Oyuncusu gibi ödüller kazanmadı. Belki Kariyerine büyük kupalar, finaller sığdurmadı. Ama hepsinden önemlisi muhalif bir duruş sergiledi hayata karşı. Futbolu "uyutmak" için değil "uyandırmak" için kullandı her zaman. Tam bir sanat düşkünü oldu hayatı boyunca. Kaç tane futbolcu tanıyorsunuz resim yapıp, fotoğraf çekip sergi açan? Veya kaç tane futbolcu vardır Fassbinder'in, Fellini'nin, Pasolini'nin, Rauschenberg'in, Antonin Artaud'nun adını bilen veya hayatında bir kez dahi duymuş olan? Bizlerin bile bilmiyor olması bir eksiklikken bir futbolcudan beklenenden fazlası bunlar öyle değil mi? Bildiğimiz futbolcu modelleri pahalı arabalara binip, gece kulüplerinde eğlenen ve tam bir pop ikonu haline gelmiş insanlar. Bankalarla olan tek ilişkileri hesaplarına yatırılan paraların miktarını ve akışını kontrol etmek. Peki Cantona'nın ve benzerlerinin -ki başka bir benzerini henüz göremedim- bankalara olan bakış açısı? Buyrun:

“Bugünlerde sokaklara çıkınca ne oluyor ki? Ya da ortalığı yakıp yıkınca? Bu hiçbir şeyin yolu değil. Bence insanlar bankalardan tüm paralarını çekmeli. Ekonomik devrim ancak böyle olabilir. İnsanlar çevrenizde bu kadar mutsuzken siz mutlu olamazsınız. Ama devrim gerçekleştirmek gerçekten çok kolay. Sistemin merkezi bankalarsa o zaman bankalar imha edilmeli. Üç milyon insan doğrudan bankalara gidip ne kadar parası varsa çekmeli. Üç milyon, 10 milyon insan bankaları çökertebilir. İşte gerçek devrim bu. Çok karışık birşey değil bu. Sadece gidip paralarımızı çekeceğiz. Silah yok, kan yok ve buna benzer hiçbir şey yok. Bizi başka şekilde dinleyeceklerini sanmıyorum. Sendikaların da bize zaman zaman akıl vermesi lazım”

11 Kasım 2010 Perşembe

Holiganizm: İyi mi Kötü mü?

Aslında sosyolojik bir araştırma konusu olabilir bu pek tabi. Bazen düşünüyorum da Uluslararası İlişkiler okuyup bitirme projemi "Uluslararası Barışta Sporun Rolü" üzerine almışsam, sosyoloji öğrencisi olsaydım "Holiganizmin Çevresel Nedenleri" gibi bir konu seçebilirdim kendime. Öncelikle Holiganizmin "bilinen" tanımını yapmak gerek: "gittiği ortamı dağıtan, içkici, şamatacı, haşarı bir karakter." İngilizler bu tanımı kullanıyorlar holiganlar için. Biraz tanıdık geldi değil mi? Etrafımızda gördüğümüz taraftar profili "cuk oturuyor" adeta.
Pazartesi günü oynanan Beşiktaş - Kasımpaşa maçı sonrası Taksim'de McDonald's'ın (reklama girmez umarım) önünde 3 genç, Kasımpaşa taraftarlarınca -ki taraftar demek ne kadar doğru oluyor bilemiyorum- öldüresiye dövüldü. Belirtmem gereken en önemli nokta ise bu üçlüden birinin kız olması: "Yok Artık!"... Bu gençler ne provakasyon yapan Beşiktaş taraftarı ne de Kasımpaşa'nın en büyük rakibi Fatih Karagümrük'lü. Tek suçları bir tanesinde siyah beyaz bir eşofman altı olması. Çevredekilerin yardımları olmasa belki daha da ciddi sonuçlara yol açabilecek kadar fena dayak yemişler. Evet kız bile fena dayak yemiş.
Ülkemizdeki holiganizm bu şekilde işlemekte maalesef. Farklı renklere karşı olan saygısızlık şu anda Türkiye'nin en büyük politik ve sosyal sorunu olarak çıkıyor karşımıza. Bu "farklı renkler" söylemini istediğiniz gibi algılayabilmek size kalmış. Ancak şu bir gerçek ki -misal- Fenerbahçeli isen kırmızı giyemezsin, Galatasaray tribününde Lacivert montla oturamazsın, Beşiktaşlıysan renkli, özellikle de sarı kıyafetin olmamalıdır bazılarına göre. Durumun önemini açıklayabilmek adına, Fenerbahçe kulüp binasında, içerisinde kırmızı rengi barındıran bir kravat veya bir elbise giymen mümkün değil. İş tanımlarında bunu yazılı olarak belirtmeseler dahi sözlü olarak uyarıyorlar seni. Bilmiyorum aynı şeyler Galatasaray, Beşiktaş veya diğer kulüpler için de geçerli mi?

Türkiye'de gördüğümüz holiganizmi İngiltere'dekine benzetmek mümkün. İkisinin de temelinde nefret, ekonomik bozukluklar ve kendini ifade etme çabaları gelmekte. İkisinin ayrıldığı tek nokta ise İngiltere'deki holiganların bu davranışlarını muhalif bir duruş sergilemek amacıyla yaptıkları. Bu insanlar hayata, düzene, siyasete, kraliçeye, takım patronlarına muhalifler. Bu durumu holiganzimin doğduğu yer olan İskoçya'dan anlamak mümkün zaten. Birleşik Krallık'a muhalif tutum sergileyen taraftarlar kendilerini en iyi ifade edebildikleri yere yani stadyumlara doluşup "Fuck the Queen" tezahüratları eşliğinde "holigan" oldular bir kesime göre ve toplumdan iyice dışlandılar. Ne de olsa kraliçeye duyulan saygıyı göstermenin tek yolu onları bu şekilde yaftalamaktı; çözümü de holigan olarak değerlendirmekte buldular. Aynı durum Arjantin'de de söz konusu. Tarih boyunca darbelerle, baskıcı yönetimlerle, generallerle boğuşan Arjantinliler özgürlüklerini dile getirebildikleri alanlar olarak görmüşlerdir stadyumları. Stadlarda sergiledikleri duruşu meydanlara taşısalardı, hayatlarıyla ödeyeceklerinin bilincindeydiler çünkü. Onlar için stadları tam bir mabet, tam bir direniş merkeziydi. Mutlu olabildikleri tek yer o mabetleriydi her zaman. Onlar için futbol bahane, başkaldırı şahaneydi. Çikolatanın mutluluk verici etkisinden ötürü Boca Juniors'un sahasının adı da "La Bombonera" yani "Çikolata Kutusu" değil miydi zaten? İtalya'nın ezilen halkı güneylilerin (Avrupa'nın Arjantinlileri bir nebze) temsilcisi Napoli için de değişen bir durum yoktu. Kuzey tarafından her seferinde ezilmiştir güney halkı İtalya'da. Kuzey zengin ve varsıldır, güney ise fakir, aç ve yoksul. Kuzeyliler Güneylileri beslemek zorunda değildir verdikleri vergilerle. (Ne kadar benziyor "bir yerlere" değil mi?) Maradona niçin Napoli'yi seçti sanıyoruz ki? Aslında Napoli Maradona'yı seçmişti. Diego için aşina olmadığı hiçbir şey söz konusu değildi bu şehirde. Napoliler'in ünlü bir tezahüratı vardır ve durumu müthiş özetler: "Yarın yine borçlarım olacak ama bu akşam kral benim!"

Egemen sınıfa göre ise bu tutumlar holiganlıktan başka bir şey ifade etmiyor. Sahip oldukları gücü, bir avuç futbol seyircisine kaptırmak istemiyorlar pek tabi ki. Ve yaftalamak kolay: "Holigansınız siz!" Onlara göre hepsi barbar hepsi medeniyetsiz. İsterdim ki bizim holiganizmimiz de Arjantin'in ki İskoçya'nın ki Napoli'nin ki gibi olsun. İsterdim ki bir amacımız olsun bu taşkınlıkları yapmak için. Bir yerlerde haykırmak gerekiyor haksızlıklara, sansürlere, engellere, yasaklara karşı. Keşke bunlar stadyumlar olsa. Keşke öyle yesek holigan sıfatını. Benzinciyi basıp içerdekileri dövenler, Taksim'de siyah beyaz eşofmanlı çocukları pataklayanlar, kırmızıdan, lacivertten, sarıdan, yeşilden nefret edenler "güçlülerce" yapıştırılan holigan etiketini hak etmiyorsunuz. Çünkü egemen sınıfa göre holiganlar onlara karşı olan, muhalif duruş serigleyen ve düzene başkaldıran insanlar. Sizler kategori dışısınız, insanlık dışısınız.

20 Ekim 2010 Çarşamba

Herkes Teknik Direktör, Herkes Çok Biliyor

Yaşadığımız ülkede tam 70 milyon teknik direktör nefes alıp veriyor. Her gün, her maçta kendi takımlarımızın teknik direktörü olmuyor muyuz? "Çıkar Güiza'yı al Semih'i", "Orta sahada Ayhan, Sarp, Barış oynuyorsa yaratıcılık beklenmez.", "Hocam dakika 75... Tam Bobo'yu oyuna alma vakti, al şunu bitir işi.", "Ula Umut, vurucağın topu..." türevi cümleleri hiç mi kurmadınız? Kafanızda kovduğunuz teknik direktörü 2 sezon sonra tekrar işe almadınız mı? Yenilikçileri, zamana ihtiyacı olanları gönderip imprator hayalleri kurmadınız mı? Takımı her sezon kendinizce kurtarmadınız mı? Hala haberi olmayan var mıdır bilmiyorum ama -dünyanın en iyi menajerlik oyunu demeyeceğim- dünyanın en iyi RPG oyunu tam sizlere göre "oturarak" teknik direktör dostlarım. Alışık olduğunuz gibi sadece sizin fikirleriniz geçerli, başkasının değil.

9 Ekim 2010 Cumartesi

Türk'ün Türk'ten Başka Dostu Yoktur... Mu?



(İki resim arasındaki 7 farkı bulunuz...)
-Bulamayabilirsiniz çünkü biz hep böyleyiz-


3-0. Net skor. Süpriz değil, şaşırtıcı değil. Net skor. Sevgili basınımıza armağan olsun bu sonuç. Haftalardır ülke üzerinde öyle bir kampanya başlattılar ki ben bile bir an için "ulan biz dünya üçüncüsü (!) olmuş takımız, kesseler acımaz" tipinden düşüncelere daldım. "Bazı durumlarda" demek istesem de "her durumda" deyip cümlenin girişini değiştirerek, "kendimizi dev aynasında görmeyi ve göstermeyi çok seviyoruz" diye devam ediyorum. En basitinden en kaba tabirle "yahu etin ne budun ne?" demezler mi adama böyle yorumlardan sonra? Belki de demedikleri için gazetelerde, televizyonlarda sıkça rastlıyoruz bu yorumlara. Bizler, her düzenlenen büyük turnuvada finaller oynamış, şampiyonluklar kazanmış, büyük işler başarmış bir milli takıma sahip değiliz ve olamadık da. Aziz Yıldırım Galatasaray'ın UEFA Kupası Şampiyonluğu için "tesadüf" dediğinde aslında bundan bahsetmek istiyordu ama potansiyel dalga unsuru olarak görüldüğünden kimse onu ciddiye almadı hatta kıskançlıkla suçladı. Aziz Yıldırım v2.0 olarak söylüyorum ki: "Galatasaray'ın UEFA şampiyonluğu, Milli Takım'ın 2002 Dünya Kupası'nda kazanmış olduğu üçüncülük, 2008 Avrupa Şampiyonası'ndaki yarı final, -çok büyük bir başarı olarak görmesem de "bak Fenerbahçe'ye laf söylemiyor" dedirttirmemek için yazıyorum- Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi'nde çeyrek finale çıkması tamamen birer TE-SA-DÜF-TÜR biline... Bu başarıların tesadüf statüsünden çıkabilmesi için tekrarlanmaları da şarttır. Bu saydıkların birer tekrar değil de nedir diyecek olanlara kısa bir açıklama yapmak isterim: "1 senelik" Avrupa Fatihi Galatasaray'ın yaklaşık 10 yıldır fatihi olduğu Avrupa'da kayda değer bir başarısı yok hatta Avrupa'daki topraklarını kaybetme sürecine girmiş Osmanlı Devleti gibi çöküşler yaşamakta... Yöneticilerinin dilinden konuşursak "Dünya Takımı" olan Fenerbahçe'nin futbolcuları vize almak için herhangi bir ülkenin konsolosluğuna gitseler vize işlemlerinden anlamadıkları için şaşırıp kalacaklar... Milli Takım ise en komik olanı. Hatırlayalım, 1996 Avrupa Şampiyonası: 0 puan (tamam tecrübesizdik, eyvallah); 1998 Dünya Kupası'nda yokuz (hala tecrübesiziz ama); 2000 Avrupa Şampiyonası çeyrek final (Ömer Üründülvari bir şekilde: oooouuuuvv); 2002 Dünya Kupası'nda üçüncülük (evet büyük bir başarı kabul ediyoruz); 2004 Avrupa Şampiyonası yokuz (dünya üçüncüsü değil miydik biz?!); 2006 Dünya Kupası yokuz (hey gidi Kore, Japonya); 2008 Avrupa Şampiyonası yarı final oynadık (işte Türk'ün gücü, helal olsun Fatih'in aslanları); 2010 Dünya Kupası yine yokuz yine yokuz... -küçük bir not düşmek gerekirse bu turnuvaların eleme gruplarının hiçbirinde birinci olamamışız; ya play-off maçı oynayıp çıkmışız ya da ikincilik kontenjanı ile- İşin aslı şudur ki son 8 büyük turnuvanın birinde çeyrek final, birinde yarı final oynamışız, birinde üçüncü olmuşuz, birinde de gruptan çıkamamışız. Geriye kalan 4 turnuvaya katılamamışız bile. Bu başarılar bir tesadüf değil de nedir millet? Başarıların kalıcı olması için, "büyük" takım olabilmek için, "futbol" ülkesi olabilmek için istikrar gerekmekte. Maalesef futbolumuz ve istikrar kelimesi çok ayrı diyarların iki insanı gibi uzaklar birbirlerine.
Merak etmekteyim acaba bazı gazeteciler, yorumcular bu yazdıklarımı yaşamadılar mı? Rakibimiz olan Almanya dünyanın sayılı futbol ekollerinden biri hiç şüphesiz. Katıldıkları her turnuvada bizim tersimize minimum çeyrek final oynuyorlar, dört tanesinden de birini kazanıyorlar. Kağıt üstünde çok az gözüken şansımızı halka yanlış aksettirmek ya göz boyamadır ya da futbolun uyuşturucu etkisini kullanarak halkı uyutmaktır.

Bir de Mesut Özil vakası var tabiki. Mesut Almanya formasını seçtiğinde bu kadar yankı bulmamıştı çünkü ne de olsa daha 17 yaşında bir çocuktu o. Bu yaz Dünya Kupası'nda gösterdiği performans ve hemen ardından Real Madrid'e transferi onu popüler bir ikon haline getirdi ve onun gibi ikonlaşmak isteyen sevgili milliyetçi yazarlarımız sık sık adından bahseder oldu "Nasıl Almanya'yı seçer?", "Türk falan değil bu adam", "Elimizden nasıl kaçırırız böyle bir yeteneği?" ve nicesi şeklinde... Son 1 haftadır ise Almanya - Türkiye maçında Hiddink'in nasıl bir oyun anlayışıyla mücadele edeceğinden, sakatlıkların can sıkmasından, Almanya'nın en önemli yıldızlarından Schweinsteiger'in eksikliği nasıl hissedilecekten çok Mesut Özil'in hangi milletten olduğunu konuştu tüm Türkiye. He bir de Arda'nın pubisinden ama o çok başka bir hikayenin konusu. En çok merak edilen soru da "Gol atarsa sevinecek mi acaba?" oldu. Bu soruyu soranlar empati yapabiliyorlar mı acaba? Veya hiç düşündüler mi Kazım İngiltere'ye gol atsa ya da "Mehmet" Aurelio Brezilya filelerini havalandırsa ve sevinmeseler, aksine üzülseler... Mesut bu akşam o golü attıktan sonra sevinmediğinde kaç kişi sevinmiştir acaba? Eğer buysa milliyetçilik anlayışınız buyrun adam Türk'müş beyler. He bu arada unutmadan Mesut sevinmedi ama biz de mağlup olduk.
Milli Takım'ın milliyetçilik simgesi olarak kullanılması ve bir rant aracı olarak görülmesi herhalde kimseyi rahatsız etmiyor olsa gerek ki kimse de çıkıp "Arkadaş, ne diyorsunuz böyle? Alman Milli takımında Alman oynamıyor, Fransa'da Fransız yok, Portekiz'de Brezilyalılar cirit atıyor, futbol eşittir evrensellik olmuş siz hala şovenistlik peşindesiniz" demiyor ya ben kafayı buna takmış durumdayım. Tarihte futbolu milliyetçilik olgusunu yüceltmek için kullananlar İspanya diktatörü Franco, Almanya diktatörü Hitler, İtalya diktatörü Mussolini ve "Halkımı 40 yıl 3F ile yönettim: Fiesta, Fado ve Futbol" diyerek niyetini de hali hazırda belli etmiş olan Portekiz diktatörü Salazar... Şimdiler de ise FIFA sıralamasında oldukça gerilerde olan ekonomik olarak nitelendirildiklerinde üçüncü dünya ülkesi, gelişmekte olan ülke veya gelişmemiş ülke olarak lanse edilen ülkeler kullanmakta. Bu genellemeye biz de mi dahil oluyoruz peki bu durumda, bunu size bırakıyorum. Sanırım bu türlü eleştirlerin önüne geçmenin tek yolu karşımızdaki insana, eleştirdiğimiz veya hakkında olumlu ya da olumsuz yorum yaptığımız insana saygı duymaktan geçiyor.
"Saygı mı? Saygı ne arar la burda?!
...

30 Eylül 2010 Perşembe

NBA 2K11: Bulls vs. Cengiz Han?

Yaklaşık 2 buçuk aydır blogla ilgilenemedim maalesef. Tahmin edeceğiniz üzere bu süre zarfında bir dolu post birikti gerek aklımda gerek notlarımda. En kısa zamanda -güncelliğini yitirmiş olsa dahi- hepsini paylaşacağım burada. Blogun yeni sezonuna hazırlık niyetine son bir kaç gündür sabahlara kadar beni Xbox'a kilitleyen oyunun en güzel reklamını paylaşıyorum. Bu arada fır fır yapmayalım beyler?!

17 Temmuz 2010 Cumartesi

Ne Demişler? #9


"Futbol, çalışanların patronlardan daha fazla söz hakkı olduğu tek meslek dalıdır."-Socrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira.

Dünyaya "sol"dan bakan Socrates, futboldaki sınıfsal düzeni anlatmaya çalışırken...

"Taraftarlık" Bir Hastalık Mıdır Yoksa Tedavi Mi?


(Bu postu bir grup terapisi olarak düşünün.)
Adım Taylan, Ben bir “taraftarım”... Bağış Erten’in bir yazısında okumuştum ideal taraftar tanımını: “İdeal taraftar: Kapalı tribüne beleş girmektense açık tribünde parasıyla yağmur yemeyi göze alan... Rakip takımın kullandığı serbest vuruşlara bakamayacak kadar maçı yaşayan... Belediye otobüsü stadın önünden geçerken kafasını adeta 180 derece çevirerek boş tribünleri mayhoş duygularla seyreden... Kongre, para, delege, yönetim kurulu, taraftar otobüsü, toplu bilet, güvenlik görevlisi gibi laflar duydukça kafası karışan, midesi bulanan... Ve bir gün o tribünlerde insan gibi muamele göreceğinden umudunu kesmeyen bir garibandır.” Diyordu yazıda. Beynime kazındı bu sözler. Kendisine “taraftarım” diyen adamda bile yoktu bu özellikler ülkemde. çünkü ülkemde herkes “takım” tutup kendisine taraftar sıfatını yakıştırıyordu. Yukardaki yazıda eksik olan ve bence en başa yazılması gereken tek şey ideal taraftar tanımını tamamlıyor işte: futbolu, tuttuğun takımdan daha çok sevmek. Yalnızca kendi takımının maçlarında değil herhangi bir futbol maçında da sevinip, üzülebilmektir ideal taraftarlık. Takımların değil futbolun taraftarı olabilmektir. Futbolun sosyolojik, ekonomik ve hatta felsefik yönlerini anlayabilmektir. Dünya Kupası’nı “futbolun ramazanı” bellemek, sevmektir, ne kadar kötü olsa da izlemekten keyif almaktır. Nijerya – Yunanistan maçını kaçırdığında hayıflanmak, üzülmektir. Kısacası futbolu dinim olarak kabul etmektir. İşte bu bilinçle geçtim ekran başına 11 Haziran’da. Tam 1 ay boyunca futbol ziyafeti çekecektim. 4 yıldır beklediğim an geldiğinde zaten çoktan tamamladığım hazırlıklarımın meyvesini alacağım için inanılmaz mutluydum. Klişe tabirle futbolla yatıp futbolla kalkacaktım. İlk defa tek bir tane favorim yoktu. Takım tutmayı bir kenara bırakıp futbolu tutmaya başladım ideal taraftar olabilmek için (belirtmem gerekir ki Arjantin sevgisi tabii ki hiçbir zaman bitmez). İtalyan olmak istedim mesela. 4 yıl önce kupayı görmek için Roma havalimanına gidip çılgınca sevinmek, belki sevinçten sabaha kadar ağlamak hatta günlerce kupayı kutlamak istedim. 4 yıl sonra da gruptan galibiyet alamadan elenmenin verdiği acıyı ve hüznü Cannavaro’nun gözyaşlarını paylaşarak yaşamak istedim.


Fransız oldum yeri gelince. Son dakikada Henry’nin eliyle içimizdeki İrlandalılar’ı da üzerek hatta ahını alarak kupaya fransız kalmayan bir milletin taraftarı olmak istedim önce. Domenech’e en pis küfürleri edip, Zidane’ı anmak istedim her defasında. Anelka’nın hislerime tercüman olmasına sevindim, Malouda’nın kupadaki tek Fransız golüne imza atmasına sevindiğim kadar. 1998’de şampiyon olmuş, 2002’de gol dahi atamamış, 2006’da final oynamış, 2010’da galibiyet alamadan elenmiş bir takımın en fanatik taraftarı olup gülsem mi ağlasam mı kararsız kalmak istedim hatta. Adalı olmak istedim zamanı geldiğinde. Kıta Avrupası’na yüksekten bakmak, Sterlinim’i kıçı kırık Euro’ya değişmemek istedim. Futbolun mucidi olduğumu her seferinde gururlanarak söyleyip buna rağmen futbolun doğrularına uzak olmak istedim. Video oyunlarında en sağlam müdaafaya, en sağlam orta sahaya sahip olup gerçek dünyanın sanal dünyadan çok farklı olduğunu acı tecrübelerle tatmak istedim. Takım kaptanımın ailesinin kleptomani hastası, kendisinin de doyumsuz bir kadın delisi olmasının nasıl bir duygu olduğunu anlamak istedim. Capello’nun bile başarısız olabildiği bir takıma detsek vermek istedim tribünde. 1966’nın intikamı acı bir şekilde alınırken avazım çıktığı kadar sövmek istedim hakeme 44 yıl öncesini unutarak. Rooney top kaybettikçe artan karavan fiyatlarını internetten takip ederken Walcott’la beraber maçları evimden izlemek istedim.


Bazen de genel tabirle “Sambacı” olmak istedim. Dünya Kupası dendiğinde akla gelen ilk takımın taraftarı olup gururlanmak göğsümdeki 5 yıldızlı formayla hava atmak istedim. Ülkemin ucsuz bucaksız sahillerinde top oynayan çocukları izlerken aralarından Zico’lar, Ronaldinho’lar, Romario’lar çıkacak olmasını umut etmeyi istedim. Yıllar boyu en kıvrak futbolu oynayan takımın taraftarı olarak Dunga’nın defansif kadrosunu protesto etmeyi istedim ayrıca. Yılın bidonu Felipe Melo’yu tüm takımdan ayrı bir yere koyup bir başka “sevmek” istedim. Arjantin’in Almanya’dan yediği 4 golle dalga geçip kendi mağlubiyetimi unutmayı da istedim. Yeri geldiğinde de Amerikalı olmak istedim. Ama en az kapitalistinden en az emperyalistinden. “En az Amerikalı” olan Amerikalı olmak istedim yani. Tezat sanatının bir örneği olup ilk defa nefret edilemeyecek bir “made in USA” damgası barındırmak istedim. Yenilgiyi kabul etmemek, gelecekte çekilmesi muhtemel filmlere konu olabilecek geri dönüşleri yaşamak istedim. Bir Afrika ülkesine elenip yıllarca yaptığım sömürünün başka yollarla daha acı bir şekilde alınmasına tanık olup nefretle değil saygıyla üzülmek istedim.

Alman da oldum sık sık. Ballack’ın sakatlığına ağlamayı, tarihteki en geç kadroyla Dünya Kupasına katılacak olmanın verdiği endişeyi yaşamak istedim. 1966’nın intikamını alırken hırslanmak, üstüne 3 gol daha atarak sarhoş olmak istedim. Total futbola geç de olsa alışmanın verdiği sevinci tarifsiz yaşamak istedim. Tunuslu’nun, Türk’ün, Brezilyalı’nın, Ganalı’nın, Polonyalı’nın, Avusturyalı’nın Hitler’in kırılası kemiklerini sızlatırcasına bir milli takım için oynarken, milli takımların milliyetçilik duygularını ön plana çıkaran bir olgu olmamasından büyük haz almayı istedim. Futbolun 90 dakikalık bir oyun olup sonunda “bir şekilde” kazanacak olmanın değil, 90 dakika boyunca topa sahip olarak, futbolun doğrularını gerçekleştirerek kazanacak olmanın verdiği hazzı tarif edememeyi istedim. Ahtapot Paul’ü salatama doğramayı da istedim ayrıca. Yeni Zelandalı olup sadece rugby’yi değil futbolu da becerebildiğimizi tüm dünyaya göstermek istedim. 32 takım içerisinde yenilmeyen tek takım olarak ülkeme saygı duyulmasını görmek istedim. English Championship’in vasat takımları gibi bir oyun anlayışıyla da Dünya Kupası’nda mücadele edilebileceğini göstermek istedim. Her zaman Haka dansı yapmadığımı ama o dansın ruhunu sonuna kadar taşıdığımı belli etmek istedim.

Ya da Japon olup hiç bir zaman yorulmayan takımımla gurur duymak istedim. Kamikaze terimini futbola da sokarak köklerime bağlılığımı bir kez daha kanıtlamak istedim. Bir adada yaşamanın futbola uzak olmaya engel olamayacağını İngilizlerle paylaşmayı istedim. O tiz “Nippon” çığlıkları ile vuvuzelayı karıştırarak ortaya çok daha kötü bir ses çıkarmanın verdiği garip duyguyu tatmak istedim. Aslında en çok da Güney Afrikalı olmak istedim. Ülkemi sömürmeye gelmiş olanlara karşı durmamı sağlayan futbola ev sahipliği yapmanın verdiği mutluluğu tarif edememek istedim. Apertheid günlerinin geçmişte kaldığını tüm dünyaya göstererek futbolun birleştirici ve barışı sağlayıcı unsurunu vurgulamak istedim. “Bafana Bafana” her ne kadar başarısız olsa bile futbolu bir takımdan daha çok sevdiğim için tribünlerde olmak istedim. Tüm dünyanın, ülkemden nefret etmesine yol açacak olsa dahi vuvuzelayı tanıtmak ve bu yüzden unutamayacakları bir Dünya Kupası yaşamalarını istedim. Yalnızca Güney Afrika’yı değil tüm Afrika’yı temsil edip, dünyanın Afrika’ya olan önyargısını kırarken mutluluk göz yaşları dökmeyi istedim. Mandela’nın bir arada yaşamı savunurken niçin spora önem verdiğini anladığımda tüylerimin diken diken olmasını istedim. Uruguaylı olmayı da istedim. 4 milyonluk nüfusumdan böyle yetenekli topçuları çıkarmanın verdiği hazzı yaşarken zaten gözümde çoktan şampiyon olmuş takımımın kazandığı dördüncülüğün bana bir anlam ifade etmemesini istedim. Suarez gibi önce ağlamak sonra sevinmek istedim, takımını yakabilecek kırmızı kart sonrasında kaçan penaltıya sevindiği gibi. Maradona’yla Suarez’in ortak yönünü farkettiğimde bu hareketin Latin Amerikalılar’a özgü bir hareket olduğunu anlayıp yüzümde garip bir gülümseme oluşmasını istedim. Forlan’ın attığı gollerin turnuvanın en güzel golleri olmasını bir kenara bırakıp sesim kısılana kadar “Goooool” diye bağırmak istedim.

Afrika’nın fillerini temsil etmeyi de istedim. Drogba’nın kırılan kolunun içindeki yen olmayı istedim. Ülkemde eli silahlı herkesin futbol sayesinde kucaklaşmasını görmeyi istedim. African Healing Dance’i gollerden sonra sevinirken kullanmayı istedim. Sadece fil dişleriyle değil futbolla da tanınmayı ama bu sefer sömürülmemeyi istedim. Afrika’nın bir de “yıldızı” olmayı, Ganalı olmayı istedim. Afrika’da düzenlenen kupada ayakta kalan tek Afrika ülkesi olarak gurur duymayı, imrenilmeyi hatta kıskanılmayı istedim. Kara kıtanın futboluna ayna tutup mutlu olmak istedim. Futbolun aç-tok, güney-kuzey, fakir-zengin ayrımı yapmadan her koşulda eşit bir oyun oluşunu anlatabilmeyi istedim. Suarez topu eliyle çizgiden çıkardığında sahaya girmek istedim bir an için. Gyan penaltıyı kaçırdığında şok olup kalmayı, penaltılarla elendiğimizde de hüngür hüngür ağlamayı... Hollandalı olup coğrafi şartlar nedeniyle eksi rakımdan dünyaya bakarken bir anda zirveye yerleşmeyi istedim. Cruyff’un Hollanda’ya kazandırdıkları yüzünden ne büyük bir adam olduğunu kelimelere sığdıramadan anlatmaya çalışmayı istedim. Aynı zamanda İspanyol futboluna kazandırdıkları yüzünden de ne büyük bir hain olduğunu... Tribünleri turuncuya boyayıp 90 dakika susmamayı ve bütün dünyaca en iyi taraftar grubu olarak benimsenmeyi istedim. Robben’in herşeyimiz, van Bommel’in ise hiçbirşeyimiz olduğunu haykırmak istedim her zaman.


İspanyol olup da en güzel futbolu izlemeye alışık olmayı istedim. İsviçre’ye yenildikten sonra endişelenip “acaba?” diye sormak istedim kendi kendime. Torres’in formsuzluğundan yakınıp Villa’ya bel bağlamak istedim. Takım oyununun futbolun temel taşı haline gelmesine ön ayak olduğumuz için gururlanmayı istedim. Herkesin bizim gibi oynama çabasını gördükçe şımarmayı, başarısız olanları gördükçe dalga geçmeyi, başarılı olanları gördükçe de takdir etmeyi istedim. Jimmy Jump’ı sahaya Barcelona beresiyle atlarken görmeyi istedim. Sadece futbolda değil basketbolda, motor sporlarında, bisiklette, teniste ve bilimum sporlardaki başarılarla sevinmeyi istedim. En önemlisi de Iniesta 116. Dakikada o golü attığında ve 4 dakika sonra Casillas kupayı kaldırdığında göz yaşlarımı tutamamayı istedim. Dünyanın en büyüğü olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmeyi aynı zamanda... Arjantinli olarak futbolun tanrısına ve en büyük mesihine sahip olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmek istedim. "El Diego"nun ne büyük bir futbolcu olduğundan, bir o kadar da kötü bir antrenör olduğundan bahsetmek istedim herkese. O’nun sahaya girip en azından bir frikik atmasını beklemek istedim. Şampiyonluk favorisi olup da çeyrek finalde elenmenin acısını tatmak istedim. Şampiyon olamadığımıza sevinmeyi istedim çünkü Maradona’nın çıplak koşmayacaktı. 86 model 10 numaralı klasik formamla tribünde “Vamos Vamos Argentina”yı söylemek istedim. Herşeyden önce de Güney Afrika’da olmayı istedim. Futbolun birleştirici unsuruna, ezilen halklara sağladığı avantajlara bire bir şahit olmayı da... Afrika’nın gerçek güzelliğini, yapabileceklerini, kırdığı önyargıları tecrübe etmeyi istedim. Futbolun Afrika için bulunmaz bir nimet olduğunu yazmak isterdim her yere. Kısaca Afrika olmak istedim, ezilmiş, sömürülmüş ama mağrur ve yetenekli. Futbolun Afrika, Afrika’nın da futbol olduğunu hiçbir şey daha iyi anlatamazdı bana bu kupanın anlattığı gibi.

Dünya Kupası sadece “futbolun ramazanı” olduğu için ilahi bir olay değilmiş bunu anladım. Tanrının varlığını bana futboldaki ilahi adaletle (bkz. Almanya- İngiltere maçı) anlatmaya çalıştılarsa da inandığım tek dinin futbol olduğunu pekiştirmekten öteye gidemedi bu uğraşlar. Benim tanrım Maradona’dır, peygamberlerim Messi’dir, “gerçek” Ronaldo’dur, Baggio’dur, Cantona’dır, Zidane’dır, Cruyff’tur, Gerrard’dır,... Kutsal kitabım “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”dir. Günahlarım, Cristinao Ronaldo’ya, Pele’ye uymaktır, Sepp Blatter’i sevmektir, Almanya’yı (bu kupa hariç) desteklemektir, şike ve teşvik primi haberleriyle dolu gazete sayfalarını okumaktır, Bilica’yı savunmaktır.. İbadetlerim ise, 90 dakika dolmadan TV’yi kapatmamaktır/stadı terketmemektir, derbi maçı bileti için bir gece önceden kuyruğa girmektir, takımım için sesimin kısılmasını göze almaktır, başkanları değil kaptanları sevmektir, kitapçılarda ilk futbol kitapları reyonuna bakmaktır, ırkçılığa karşı durmaktır, Thuram’ı anlamaktır... Adım Taylan, ben bir “taraftarım”...

4 Temmuz 2010 Pazar

Write the “Real” Future


Dünya Kupası ile ilgili yazdığım ilk yazıda kupanın "vuvuzela" ve "jabulani" ile hatırlanacağından bahsetmiştim. Ama kupada o kadar çok olay gerçekleşti ki "vuvuzela" ile "jabulani" isimlerini hatırlamak için hafızamızı zorlar olduk. Hangi birini saysak ki, son şampiyon İtalya'nın grupta son sırayı almasını mı, Fransa'nın skandallarla çalkalanması mı (ki kupa bitince bununla ilgili çok daha ayrıntılı bir yazı yazacağımın sözünü veriyorum), Almanya'nın tarih sayfalarını hatta kendi tarihlerini yalanlar nitelikteki keyif veren futbolunu mu, aynı şekilde Brezilya'nın kendi tarihine ihanet edecek şekilde defansif futbolunu mu, Uruguay'ın küllerinden doğmasını mı, Hollanda'nın Brezilya zaferini mi, Uruguay - Gana maçında uzatmaların son saniyesinde yaşananları mı, kupanın favorisi Arjantin'in büyük bir hezimetle kupaya veda etmesini mi...

Belki de bunları da unutacağız ve Almanya'nın efsanevi yürüyüşünden bahsedeceğiz. İkinci turda İngiltere, çeyrek finalde Arjantin ve ikisine de 4 gol. Sonrasında da İspanya'yı elemesini ve finali de kazanarak kupayı kaldırmasını yazacağız. Hatta yeni ve daha iyi Müller'den bahsedeceğiz uzun yıllar boyunca. Veya Fransa'dan sonra Avrupa ve Dünya şampiyonluğunu üst üste kazanan diğer bir takımın İspanya olmasından bahsedeceğiz. O müthiş pas trafiğinden, orta sahanın futbol için ne anlama geldiğinden, Villa'nın altın ayağından veya 9 kupalı Barcelona'nın bir yansıması olan takımdan... Ya da 74'te kaybettikleri şampiyonluğun acısını 2010'da çıkartan Hollanda'nın turuncu devrimini konuşacağız. Cruyff'tan sonra yetiştirdikleri en büyük futbolcunun Robben oluşundan veya total futbolun 2000'lerdeki uyanışından... Belki de Uruguay'ın 60 Yıl sonra gelen şampiyonluğunu anlatacağız bir efsane tadında. Suarez'in 120. Dakikada çizgiden elle çıkardığı top ve sonucunda gördüğü kırmızı kartın bir takımı şampiyon yapabileceğinden bahsedeceğiz. Kaptanının Fenerbahçeli oluşundan hatta...

Geleceği senaryoya dökmek, bloga koymak kolay elbette. Bakalım asıl gelecek nasıl yazılacak?

Hakkını Verelim Bu Kupayı Sevelim

Herşeyden önce tüm o "zevksiz kupa" sözlerimi geri almayı istiyorum. Maçlar ilerledikçe farkettim ki kupa zevksiz değil aksine çok zevkli geçmekte. Bir çok takım bizlerde hayal kırıklığına yol açtı, futbolu katlettiler dedik, müdafaaların sertliğinden, pozisyonların kısırlığından dem vurduk. Bu durum tamamen kupadan neler beklediğimizle ilişkili. Burdan yola çıkarak size sorum şu: NBA finallerini mi izlemeyi yeğlerdiniz yoksa NBA All-Star maçını mı? All-Star maçını tercih edecek olanların bu kupadan zerre keyif almaması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Çünkü All-Star maçlarında insanlar olağan dışı smaçlar, uçuk paslar, gerçek üstü hareketler beklerler. Bu beklentileri ise Doğu ve Batı takımlarının defans sertliğini minimum seviyede tutmaları ile mümkün olacaktır elbette. Hatta bazı kimseler vardı ki defansif oyunlardan nefret ettikleri için All-Star maçlarına bayılırlar. Bir de diğer şıkkı değerlendirelim yani NBA finallerini. All-Star maçlarından çok daha farklı olarak müdafaalar sertleşir, şutlar girmez, hücumculardan çok savunma karakterleri ağır basan oyuncular seriye yön verirler. Kısaca potasını kim daha iyi savunursa o takım avantajlıdır da diyebiliriz. Çünkü kimse şampiyonluğu kaybetmek istemez. Ve bana göre basketbolun ruhunu, doğrularını ve hatta "gerçek" güzelliklerini o müdafaası sağlam olan takımlarda görebiliriz. NBA'i yakından takip edenlerin aşina olduğu bir söz vardır hatta: "hücum maç kazandırır, savunma ise şampiyonluk...". Bu değerlendirmeyi Dünya Kupası'na da bire bir uygulayabiliriz. Tamam hunharca eleştirdik bir çok takımı (özellikle de İtalya'yı) ama amaçladıkları tek şey kalelerini korumaktı. Daha önceki postlarda kaç kez tekrarladığıma aldırmadan tekrar yazmak istiyorum 2004'te Yunanistan bu şekilde şampiyon oldu. Bizler kendimizi avuttuk "böyle futbol mu oynanır", "çok çirkin futbol oynuyorlar" diye ama Yunanistan Futbol Federasyonu'nun müzesinde Avrupa Kupası yer almakta. Bu da tek gerçektir. Bu gerçekten yola çıkarsak da takımların öncelikle gol yememeye özen gösterdiklerini mantıklı görmeliyiz. Çünkü bu kupada yarışan 32 takım da som altından olan o kupayı kazanmak istiyor. Günümüz futbol konjonktüründe de gol atmaktan çok gol yememeye özen göstermek gerekiyor. Bu kupaya söveceğimize değişen sistemlere sövmek daha anlaşılır olacaktır kuşkusuz.

Dünya Kupası'nın All-Star maçı şeklinde geçeceğini düşünenleri ise zaman makinesiyle geçmişe davet etmek istiyorum. 2-3-5'li taktikleriyle 1950lerdeki Brezilya takımı size oldukça keyif verecektir dostlar. Veya 1970'lerde yalnızca 2 kupada oynayarak 14 gol atmış olan Gerd Müller'i de izleyebilirsiniz. Geçrek Ronaldo bile (ki bana göre sürekli sakatlanmamış olsaydı şu anda ne Pele ne Maradona ne Messi ne de bir başka futbolcunun adını anıyor olurduk) 4 kupada geçebildi 14 sayısını. Yani kısa kesmek gerekirse All-Star'cıların istedikleri o sıradışı futbol çooook eskilerde kaldı. Bu değişen duruma en iyi iki örnek ise 2002 Dünya Kupası'nın en iyi oyuncusu seçilen Oliver Kahn (bilmeyenler için kendisi kalecidir) ve 2006 yılında dünyada yılın futbolcusu seçilerek tarihte bu ödülü kazanmış olan ilk savunma oyuncusu olan Fabio Cannavaro'dur. Belki de elimizden gelecek en iyi şey bu duruma bir şekilde kanalize olup savunmayı sevmeye başlamak olacaktır. Bu yüzden de yaşamakta olduğumuz kupanın değerini bilmeliyiz diye düşünmekteyim. Sonuçta bu müthiş organizasyon 4 yılda bir defa gerçekleşiyor ve savunma da yapsalar, tüm maçlar penaltılarla da sonuçlansa, yapılan pasların hepsi Daum tipi enine paslar olsa da sevelim bu kupayı. 60 kadar maç izledik ve geldik son 4 maça, hakkını verelim. Bu kupayı sevelim. Çünkü 2014'e kadar başka kupa yok.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Unutulmaz Anlar


Özellikle Maradona'nın malum gölünde seyircilerin gittikçe yükselen seslerine dikkat edin. İnsanı kendinden geçiriyor adeta.

26 Haziran 2010 Cumartesi

2. Dünya Savaşı, 2010 Dünya Kupası

2002 Dünya Kupası'na Avrupalılar "sürprizler kupası" demişlerdi zamanında. 2010 Dünya Kupası bu sürprizlerin çok çok ötesine geçmiş durumda. İlk maçların ardından futbolun güzelliğinden umudu kesen gerçek futbolseverler ikinci maçlarla biraz olsun ümitlendiler. Çünkü ilk maçlarda yenilmemeye oynayan takımlar ikinci maçlardan itibaren daha açık futbol oynamaya ve bu sayede bol gol izletmeye başladılar bizlere. Televizyonlarını kapatan gerçek futbolseverleri üzen şey ise bir önceki Dünya Kupası'nın finalisti olan iki ülkenin, Fransa'nın ve İtalya'nın beklenenin çok çok altında bir performans sergilemeleri idi. Buna bir de İngiltere'nin kısır futbolu eklenince ilk maçlar soununda açılan televizyonlar tekrar kapanmaya başladı bir bir. İlk kez kara kıtada düzenlenen bu Dünya Kupası geçmiş Dünya Kupaları'nı aratır vaziyetteydi.

Üçüncü maçlarda ise ak ve kara birbirinden ayrılmış, elenenler ve gruptan çıkanlar belli olmuştu. İlk sürpriz Fransa'dan geldi. Aslında çok da sürpriz sayılmazdı bu, çünkü Horozlor 3 maçta yalnızca 1 gol atabilmiş ve takım içerisinde özellikle Meksika maçından sonra büyük çatlaklar oluşmuştu. Anelka kadro dışı kalmış oyuncular antremanı boykot etmişlerdi. Bu olanların ardından Fransa'nın elenmesi değil gruptan çıkması sürpriz olurdu. A grubundan lider çıkan takım ise kalesinde gol görmeyen Uruguay oluyordu. Son maçında Uruguay'a mağlup olan Meksika ise grubu ikinci sırada tamamlıyordu. Kupanın ev sahibi ülkesi Güney Afrika ise Fransa'yı yenmesine karşın gruptan çıkma hakkını kazanamamıştı. Dünya Kupaları tarihinde bir ilk gerçekleşerek ev sahibi ülke ilk kez gruplarda eleniyordu.

B grubunda ise ilk sırayı tüm maçlarını kazanan ve grup maçları sonunda favori sıfatını bir üst mertebeye taşımış olan Arjantin alıyordu. Maradona'nın grup maçları sırasında sık sık topla buluşması ise Arjantin'in 12 kişiyle oynadığı dedikodularını çıkarmıştı. 12. oyuncu Maradona olunca biraz göze batıyordu elbette. Maradona'nın da topla her buluşmasında şık hareketler yapması Messi'yi kıskandırmış olmalıydı. Son maçta Nijerya ile berabere kalarak gruptan çıkmayı garantileyen ve rakibini evine yollayan Güney Kore, Arjantin'in ardından ikinci sırayı alıyordu. 2004 Avrupa Şampiyonu Yunanistan'ın defansif futbolu ve yaşlı kadrosu kupanın Yunanlılarla işi olmadığını haykırıyordu adeta.

Dünya Kupası başlamadan önce pek çok otoritenin favori olarak gösterdiği İngiltere ancak son maçında Slovenya'yı 1-0 yenmesinin ardından gruptan çıkma şansını kazanıyordu. Fakat İngiltere'nin gruptaki performansı hiç de umut vermiyordu destekçilerine. Cezayir'le oynadıkları maç kupanın uzak ara (pek çok maç için bu tabiri kullanabilirz aslında) en kötü maçı olarak görülüyordu. 2008 Avrupa Şampiyonası'nda Türkiye'nin kazandığı "geri dönüşlerin takımı" unvanını bu kupada ABD hakediyordu. İlk iki maçında yenik duruma düşmesine rağmen maçları beraberlikle sonuçlandıran Amerikalılar, Cezayir'i son dakikada attıkları golle geçerek adlarını hem liderliğe hem de ikinci tura yazdırıyordu.

D grubundaki en dikkat çekici performans hiç şüphesiz Gana'ya aitti. Afrika'da düzenlenen kupada tur atlayabilen tek Afrika takımı olması onları bir kat daha gururlandırmış ve benim gibi 3. dünya ülkelerinin isimlerini futbolla duyurabileceklerine inananların övgüsünü haketmişti. Futbolun 90 dakika olan bir oyun ve her maçın sonunda Almanların kazandığı gerçeği yine değişmiyordu. İkinci maçında Sırbistan'a yenilerek turu zora sokan Almanlar son maçlarında Gana'yı mağlup ederken lider olarak gruptan çıkıyorlardı. Kupa'daki başka bir hayal kırıklığı ise sürpriz yapabilecek nitelikteki kadrosu ile Sırbistan oluyordu. Sırbistan'ın kaptanı Stankovic'in kırdığı bir rekor ise oldukça ilginçti. Stankovic Dünya Kupaları'nda 3 farklı ülkenin formasını giymişti: Yugoslavya, Sırbistan-Karadağ ve yalnızca(!) Sırbistan. Bu bile balkanların son yıllarda ne büyük değişimlere uğradığını ortaya koyuyor aslında.

Hollanda'nın "total futbol" anlayışına özlemimiz ise Robben'in dönüşüyle bitiyordu. 74'te Cruyff nasıl o takımı sürüklemeyi başardıysa, aynı başarıyı 2010'da Robben gerçekleştiriyordu. Hollanda'nın en çok keyif veren futbolunu grupların son maçında sakatlıktan tamamen kurtulan Robben sayesinde izliyorduk. İlk iki maçtaki can sıkıcı futbola rağmen Hollanda tüm maçlarını kazanmasını biliyordu. Grubun ikinci sırasına ise Japonya, Danimarka ile oynadıkları müthiş maç sonrasında geçiyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında korkusuzca düşmana saldıran Japon uçakları gibiydi Japon futbolcular. Kamikazeyi göze almışlardı adeta. Maçın son dakikasına kadar hiç durmadan koşarak ve Danimarka'ya top göstermeyerek ikinci turu hakediyordu Japon takımı.

Kupa'nın en büyük 2. sürprizi ise F grubundan geliyordu. 2002'de Fransa'nın başına gelen, bu sefer İtalya'nın başına geliyor ve son şampiyon grup maçlarında eleniyordu. "Köprünün altından çok sular aktı" sözünü İtalya doğrulamıştı. 4 yıl önce şampiyonluğa uzanan kadrodan eksiği az (Totti, Del Piero), artısı fazla olan İtalya belki de o az eksikleri yüzünden çizmeye geri dönüyordu. İtalya yerine, benim sürpriz yapabilecek kapasitede gördüğüm Slovakya, Paraguay ile gruptan çıkmaya hak kazanmıştı. Hem de son maçında İtalya'yı mağlup ederek. İtalya'nın, bizlerin bile FM oynarken yaptığımız ilk iş olan revizyona gitmesi bu sonuçlarından ardından şart olmuştu artık.

Kupa'nın ölüm grubunda ölenler ise Kuzey Kore ile birlikte Fildişi oluyordu. Brezilya beklendiği gibi grubu lider tamamlıyordu. Portekiz ise turnuvanın en farklı galibiyetini alarak Kuzey Kore'yi 7-0'la geçiyordu. Son maçta Brezilya'dan alınan 1 puan, işi averaj hesaplarına bırakmadan gruptan çıkmayı sağlıyordu. Kuzey Kore ise belki turnuvanın en zayıf ekibi olarak gösteriliyordu Yeni Zelanda ve Honduras ile birlikte ama diğerlerinden daha çok saygıyı hakediyordu kuşkusuz. Futbolu "Yunanlaştırmadan" yani 10 kişi kapanarak değil de kazanmaya oynayarak bir başka deyişle "haddini bilmeyerek" oynamaları takdir kazanmalarını sağlamıştı. Onlar için üzücü olan gruptan 12 gol yiyerek elenmeleri değil Güney Kore'nin tur atladığı bir kupada elenmeleri olmuştu hiç şüphesiz. Fildişi ise 2006'da parladığı kadar parlayamıyordu bu sefer. Afrika'nın gururu sıfatını Gana'ya devretmişlerdi.

Son grupta ise ilk maçını sürpriz bir şekilde kaybeden İspanya, kalan maçlarını İspanya hatta Barcelona gibi oynayarak (her maç en az 400 olumlu pas) lider tamamlıyordu. Bu sayede Brezilya ile eşleşmeyerek olası bir erken finalden de kurtarıyordu bizleri. İspanya'nın ardından gruptan çıkan takım ise Bielsa'nın "total futbol v. 2,0" diye adlandırabileceğimiz anlayışıyla oynattığı Şili oluyordu. Grup maçları sonunda Şili, pek çok futbolsever tarafından turnuvanın en iyi takım olarak değerlendiriliyordu. Bununla beraber Honduras'ın elenmesi ne kadar normal ise İsviçre'nin Honduras'a gol atamaması o kadar normaldi benim gözümde. Bir başka defansif futbol oynayan ekip olan İsviçre'nin elenmesine kimsenin üzülmediğini tahmin ediyorum.
Gruptan çıkanlar, erken havlu atanlar, hayal kırıklıkları, 2. tur eşleşmleri göreceli olarak 2. Dünya Savaşı'nın bir tekrarı niteliğindeydi. Fransa ve İtalya bu futbol savaşına erken veda ederlerken Yunanistan tüm savunma hattına rağmen işgal ediliyordu. Almanlar, İngiltere ile karşılaşıyordu. ABD zorlanarak da olsa savaşta kendine bir taraf edinmişti. Japonya ise gözü pek, korkusuz askerleri ile ilerlemeye devam ediyordu. Tek eksik olarak SSCB'yi gösterebiliriz ancak onun alternatif duruşuna sahip olan Latin Amerika ülkeleri kayıpsız bir biçimde yollarına devam ediyorlardı. Afrika takımlarının ise esamesi okunmuyordu ancak stratejik birer konum oluşturuyordu her biri. Evet, Türkiye ise savaşa katılmamıştı... Ben ise belki de ilk kez bir savaşa katılmamamıza bu kadar üzülüyordum.