31 Aralık 2009 Perşembe

29 Aralık 2009 Salı

Bir "Çöküş" Hikayesi


New Jersey Nets. 2000’lerin ilk onyılına damga vuran takım. Başlarda NBA Finali’ne iki kere çıkmakla gösterdikleri başarı, sonlarda ise tarihe geçen yenilgi serileriyle. NBA tarihinin Golden State Warriors’la beraber en şanssız, talihsiz takımı benim gözümde. 2000’lerin başında neydiler, şimdi ne oldular.

Elbette en büyük pay onun ama sadece Jason Kidd değil New Jersey’nin 2001-2003 arasında finale çıkmasın esas nedeni. Rod Thorn, Jason Kidd’i Atlantic City’ye getirmekle çok iyi yaptı, tamam, fakat Byron Scott’ı da, Lawrence Frank’i de unutmamak lazım. Bu adamlar, Jason Kidd’le beraber Kenyon ‘çakma Rodman’ Martin’i basketbolcu yaptılar. 16 sayıya yakın bir ortalaması vardı 2002 sezonunda. Burada bir parantez açmak ve bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Bugünlerin en iyi oyun kurucusu gösterilen bir isim, Chris Paul. Tyson Chandler odununu basketçi yapmasıyla sporseverlere çok büyük bir iyilik yapmış gibi gösteriliyor. Fakat Tyson Chandler ve Kenyon Martin’i birbiriyle kıyaslayacak olursak, NJ’yi de NO ile, dolaylı yoldan da 2001-03 Kidd’i, 2007-09 Paul ile kıyaslamış olacağız.

K-Mart ve Chandler belki aynı pozisyonun oyuncuları değiller fakat takımlarındaki görevleri gereği çok benzer yapıdalar. Nedir bu görev? Ellerin Defensive Intensity dediği şey. Eğer bir takımın saha içindeki mücadelesi, isteği bir ibreyle ölçülecek olsaydı, bu ibre NJ için Martin’e, NO içinse Chandler’a takılırdı.

K-Mart, Kidd ile beraber oynadığı dönemde maç başına 15 ve 16.7 sayı ortalamaları tutturmuştu. Önceki sene Kidd yok iken bu sayı 12’ydi. ‘Draft’ta birinci sıradan seçilmiş bir oyuncu için özel önlemler alınıyordu’ veya ‘gençti, gelişti, Kidd olmasa da o kadar da atardı’ denebilir, kabul. Tyson Chandler ise Paul ile 11.8 ve 8.8 sayı ortalamalarıyla oynadı maç başına.

Kenyon ne kadar doun ise Chandler da o kadar balta bir oyuncu. Demek istediğim, orta mesafe şutu olmayan, fiziksel güce veya boy avantajına dayalı, yılmayan, karşısındakini yıldıran tarz oyuncular ikisi de. Rakibi topla buluşmadan savunmaya yönelik, topla buluştuğunda ise şut bloklamaya dayalı bir savunma tarzları var. Bunun dışında yardıma gittiklerinde, ikinci oyuncu olarak da gerekeni yaptıkları söylenebilir. Kesinlikle bir hücüm silahı olmadıkları aşikar.

Takımınızda böyle bir oyuncu varsa hücüm setinizi onların üstüne çizmez, onlara birebir oynama sorumluluğu vermezsiniz. Verirseniz, çok güvendiğinizdendir ve mutlaka bu güveniniz boşa çıkar. Emeka Okafor bunu yaşadı, yaşıyor, tıpkı Greg Oden gibi.

Kidd böyle bir oyuncuyla oynadı, 16.7 ppg gibi neredeyse bir takımın hücümda ilk seçimiymiş gibi oynattı ve finale çıktılar. O dönemde Kidd oyunda olduğu sürede takımının saha içinde attığı sayıların yüzde 44.8’inin asist hanesinde yazan isimdi.

Chandler ise, benim nazarımda CP’den hakkınca hiç yararlanamadı. Chandler’ın savaşan yönünü hepimiz az çok biliyoruz. Fakat 2007-09 arasında NBA genelinde açıkçası herkesten çok savaşmış olabileceğini pek azımız farketmiştir. Bunu söylüyorum çünkü adam 2007-08 sezonunda NBA genelinde sahada alınan ribaundlar yüzdesinde birinci sırada. Yani sahadaki oyuncular arasında ribaund alması en yüksek olasılığa sahip olan adam. Rebound Percentage işte. Fakat onu Martin’den ayıran en büyük özellik ofansif ribaundlar. Maç başına 4.1 ve 4.4 bunlar sırasıyla. Maç başına dört hücüm ribaund demek eşek değilsen bir-ikisini pota altına bitirirsin, tiplersin bir şekilde sayıya ulaşırsın demek. Martin için bu sayıların bahsettiğim dönemde 1.5 ve 2.1 arasında gidip geldiğini hatırlatmakta fayda var. Özetle, Chandler bir şekilde ekmeğini taştan çıkaran bir yapıya sahipti ve Paul yerine Jameer Nelson gibi dibi besleme özürlü bir adamla oynasa dahi takip smaçları veya hücüm ribaundu sonrası sayılarla sayıya ulaşabilecek bir oyuncuydu.


Paul ve Kidd karşılaşmasına geri dönecek olursak, Kidd finale çıktığı dönemdeki takım arkadaşlarına bakarsak şahsi fikrim olarak neden Nash, Paul ve Billups’tan daha iyi olduğunu göreceğiz. Önce Paul’den başlayalım.

Paul’ün yerinde olmayı gerçekten isterdim zira penetre ettikten sonra ‘ya kaçarsa’ diye düşünmeye gerek yok, Chandler toplar. Yardım mı geldi, çıkar dışarı, Peja var. Peja dolu mu? Bobby Jackson, olur. Yardım dipten mi geldi at havaya Chandler kapasın. O da mı olmayacak, West nerde? Orta mesafe şutuyla bitirsin. Kimse mi yok? En iyisi bitireyim. Butler, Morris Peterson bunlar nerdeler? Opsiyonlar o kadar fazla ve güvenilir ki... Başında da Byron Scott var, sahada yarı saha oyunundan çok dizginleri oyun kurucusuna devretmeyi bilebilen bir koç.

Kidd’in yardımcılarına bakacak olursak, bir tek koç alanında Paul’le aşık atabileceğini görüyoruz, çünkü aynı adamdı. Kidd’in bir mucize yarattığına inanmak istemeyenlere tek bir kanıt sunacak olsam o da NBA Finaline çıkan ilk beş olurdu. Basketbol tarihinin en gereksiz, en vasıfsız oyuncusu Keith Van Horn NBA Finalinde parkeye ayak bastı. Yaklaşık 2 metre 10 santim boyundaki bu adam, birebir oyundaki başarısızlığı nedeniyle bir dört numarayı andırıyordu ilk başta ama sırtı dönük oyundaki yetersizliği ve savunmada devamlı ezilmesi onu tekrar üç numaraya itti. Bu seferde penetre etmedeki başarısızlığı ona bir ‘şutör’ etiketi yapışmasına sebep oldu. Kendi şutunu yaratamayan, statik bir oyuncu. Bu dönemde tabi bir beyaz, uzun, Nowitzki ekolünün de baş göstermesi cabası.

Van Horn’u geçtiğimizde ise Kidd’in yanındaki şutör gardın Kerry Kittles adındaki, Patates Kafa oyuncağından bozma bir kifayetsiz basketbolcu olduğunu görüyoruz. Kidd’in gelmesiyle üçlük yüzdesi düşen Phoenix ve Dallas dahil tek oyuncu. Fizik ve oyun olarak Richard Hamilton’ı andırsa da ondan bir kaç kat daha düşük seviyelerde basketbol oynamayı tercih eden, topla ilk buluştuğu anda şuta kalkarsa sayı olma ihtimali artan, fakat kalkamaz ise, benzeri Hamilton’ın aksine topsuz oyunda kendini geliştirmek yerine baseline’a geçen ve herhangi bir hareket teşebbüsünde bulunmayan bir oyuncu.

Ve geldik en sevdiğim kısıma, pivot oyuncusuna. Kittles ve Van Horn’u gördükten sonra, daha kötü olamaz diye düşünmeme rağmen her hatırladığımda içimde bir parça öldüren gerçek pivot pozisyonundaydı: Todd MacCulloch. O kadar ki, sanırım 2000’lere damgasını vuran uzunlar sıralamasında Shaq ve Duncan en tepedeyse NJ’nin ve bu adamın katkısı küçümsenemez düzeyde fazla diyebilirim. Yedeği olan Jason Collins’le beraber oynasalar, SAS ve LAL yine de şampiyon olurdu. O kadar ki Aaron Williams dahi Lakers’a karşı Shaq’ı tutma şerefine erişmişti. O kadar ki bu senelerde Nets’in sahada en çok ribaund alan oyuncusu ne bunlardan biri ne de Kenyon Martin’di, Kidd’di.

İşte bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda sanırım çok da fazla şey söylemeye gerek yok, NJ’nin ve Kidd’in iki sene üst üste yaptığı bir mucizeydi.

İkinci sene için takım Mutombo, Rodney Rogers ve Brian Scalabrine gibi üç isimle dipte güçlenmiş gibi gözükse de, bu sadece seriyi Lakers’a 4-0 değil de Spurs’a 4-2 kaybetmeyi sağlayacaktı.

Tepedekiler, ‘olmuyorsa, yık baştan yap’ diye düşünmüş olacaklar ki o günden bugüne zaman içinde Kidd – Harris takası vuku buldu, Martin, Jefferson, Carter yollandı, drafttan yılların acısını çıkarırcasına pivot Brook Lopez geldi ve NJ genç, dinamik, Portland tarzı, play-off zorlayacak bir takım görüntüsüne büründü. Haha. Ben bile inanmadım. En çok da Devin Harris’e üzülüyorum. Yazık. Gerçekten iyi bir oyuncu benim gözümde. En azından izlemesi zevkli.

Portland tarzı derken, yaş olarak genç bir takım olduğunu belirtmek istedim. Oyun olarak ele aldığımızda aslında Golden State’te Don Nelson’ın yapmaya çalıştığını yapıyorlar, kısa ve hızlı bir beşle ne kadar tempo artarsa o kadar rahat edeceklerini düşünüyorlar ve sene başından beri eğer ilk iki periyotta maç kopmadıysa dördüncü periyoda kadar da bunu başarıyorlar. Dördüncü periyotlar tabi ki oyunun bir şekilde yarı saha oyununa döndüğü ve NJ’nin de bunu kotaracak yeteneklere sahip olmadığı dönemler olduğu için şu ana kadar yapılan 31 maçın 29u rakiplerin üstünlüğüyle bitti.

Tıpkı 2000’lerin başındaki Van Horn’un üç ve dört numaralı pozisyonlar arasında sıkışması gibi, Nets’te bir tarafı Portland bir tarafı Golden State olmaya çalışan bir takım şekli aldı ve anne karnında ayrılamayan bebekler gibi bir hilkat garibesine dönüştü.

İkibinlerin başındaki finaller ve şu anki 2-29’luk derecesiyle sanırım bu geçirdiğimiz on senelik dilimin en enteresan takımı Nets olabilir.

-Ömer 'the Joker' BİLGİN-


26 Aralık 2009 Cumartesi

Diego Buonanotte Kaza Geçirdi


Bir Kazım ve Önder vakası daha... Bu sefer ki çok daha ciddi ancak. Ara transfer döneminin gözde oyuncularından River Plate'in genç yıldızı ve benim de FM'de vazgeçemediğim oyuncu olan Buonanotte bu sabaha karşı arabasıyla eğlenceden evine dönerken kaza geçirmiş. Yanında bulunan 3 kişi maalesef hayatlarını kaybetmişler. Buonanotte'nin durumu ise son derece ciddi. Göğüs kafesinin içine çökmüş olduğu ve birçok kemiğinin kırık olduğu açıklanmış. Emniyet kemeri kullanması hayatını kurtarmış. Uzun süre futboldan uzak kalacak belki de geri dönemeyecek. Çok önemli bir yıldız olabilecek kapasiteye sahipti. Acil şifalar diliyoruz.

25 Aralık 2009 Cuma

Teamgeist


Adidas'ın Almanya Milli Takımı için hazırlamış olduğu oyunun "Watchmen" tadındaki giriş videosu.

24 Aralık 2009 Perşembe

Ne Demişler #3


"Para benim için sorun değil. Galatasaray'dan aldığım para bana yetiyor."

Herhangi bir kulüple anlaşmamış olan Lincoln'ün hayatını nasıl idame ettirebildiği sorulduğunda...

Yine mi Lale?!



23 Aralık 2009 Çarşamba

Özer Oldu!



Fenerbahçe - Altay: 3-0

Özer, Özer, Özer... Maçtan söz edilecek iki şeyden biri. Diğeri stadın boşluğu elbette. Altay taraftarı daha kalabalıktı sanırım:) 2009'un son maçında fazla ilgi yoktu kupa maçına. Maçın TRT'de yayınlanmış olmasının payı da büyük elbette. Biz Özer'e geri dönelim. Alex kadrodayken ve top rakipteyken Fenerbahçe'nin 10 kişi oynadığını kabul eder herkes. Özer'le bu sorun ortadan kalkmış görünüyor. Takıma daha fazla alıştıkça ve kendine güveni geldikçe -ki bugün attığı 2 gol yeterince güven aşılamıştır- Alex'ten vazgeçebilir Fenerbahçe. Ancak Daum'un da güvenmesi gerekiyor Özer'e. Genç oyuncularla arasının pek sıcak olmadığı aşikar Daum'un. Gerçi Carlos'un gidişiyle sol kanatta doğan boşluğa Özer'i yerleştirmiş gibi görünüyor. Ama Özer o bölgede oynadığında (son Trabzon maçı) yeteneklerini gösteremiyor. Yine de bulduğu bu şansı iyi değerlendirmeli Özer, öyle ya da böyle. Ayrıca sormadan edemeyeceğim: Topuz, Fenerbahçe'yle iligli yazdığım son entry'i okumuş olabilir mi? Bu maç göz doldurdu!

Katalan Açılımı


Avrupa'da 19.yy'da yaşanan düşünsel devrimlerden İspanya sınırları içerisinde ilk etkilenenler Katalanar'dı. Ekonomik özgürlük ve bağımsızlıklarını kazanma isteği belirgin bir milliyetçiliği doğurmuştur. 19.yy'dan bu yana kendi dillerini etkin bir biçimde kullanmışlardır. Franco dönemi İspanya'sında ele geçirilen en son bölgedir ve 75te Franco öldükten sonra 78de hazırlanan anayasaya Katalonya'nın özerkliğini 79 yılında sokmayı başarabilmişlerdir. 2006 yılında "İspanya içerisinde bir ulus" olabilmek için referanduma gidilmiş ve sonuç olumlu çıkmıştır. Katalanlar 2006 yılından beri "daha fazla" özerktirler.
Yıllardan beri bir devlet olarak tanınmayan ama kendi milli birliklerini oluşturmuş olan toplumların FIFA, UEFA, FIBA gibi spor organizasyonlarına Birleşmiş Milletlere üye olmadan önce kabul edilmiş olmaları sık görülen bir durum. Şu an itibariyle FIFA'nın 207, BM'nin ise 191 üyesi bulunmakta. Oluşturdukları milli birlikleri, masa başında uluslararası anlamda kabul edilmemiş bu toplumlar, sahalarda ve parkelerde ülkelerini temsil etmektedirler.

Katalonya özerk bölgesi ne BM'ye ne de FIFA'ya üyedir. Ancak onlar da "ülkelerini" sahada temsil etme yoluna gidenlerden tıpkı İspanya'nın diğer özerk bölgeleri gibi. Bu özerk bölgeler genelde kendi aralarında bazen de diğer ülkelerin milli takımları ile yaptıkları futbol karşılaşmaları ile seslerini duyurmaya, milliyetçiliklerini yaşatmaya devam etmektedirler. Dün Katalonya milli takımı Arjantin ile bir dostluk maçı oynadı. Arjantin ile yaptıkları ilk maçları değil bu. Diğer özerk bölgelerle yaptıkları maçlar dışında en çok Arjantin ile oynamış olmaları da bir süpriz değil. Barcelona'nın iç sahada oynadığı her maçta ve Katalonya Milli Takımının yaptığı her maçta açılan "Catlonia is not Spain" pankartları bu durumu özetler nitelikte. Arjantin'in de tarihinde bir İspanyol sömürgesi olduğunu düşünrsek, en büyük ortak özellikleri İspanya Krallığına olan başkaldırışları. İki milleti de birbirine yakın hissettiren bir özellik. Arjantinli Messi'nin Barcelona altyapısına verilme sebebi, Messi'nin büyüme sorunun yanı sıra Barcelona'nın bir Katalan kulübü olmasıdır aynı zamanda.

Peki Katalonya'nın İspanya Krallığı'na olan başkaldırısını ve İspanya bünyesinde geçirdiği süreci Kürt açılımına benzetebilir miyiz? Ahmet Altan'ın kovulmasına yol açan 1995 tarihli "Kürdiye Cumhuriyeti" başlıklı yazısını hatırlayalım. Bu yazıda yaptığı benzetmelerin bir başkasını dün oynanan maç için yapsak? Düşünsenize, özerklik kazanmış Kürtler, diyelim ki ezeli düşmanımız ebedi dostumuz Yunanistan'la dostluk maçı oynuyorlar. Maçtan önce çeşitli gösteriler, Türkiye aleyhinde. Tribünde açılan pankartlar "Kürdiye Türkiye değildir" diye. Hele ki Milli takımın yıldız oyuncularının Kürt kökenli olup bu maçta da forma giydiklerini. Nasıl karşılardı bu maçı milletimiz? İspanya'da olduğu gibi günün en çok izlenen programı olur muydu? Tribünlere koşar mıydık bu organizasyonu ve futbol şölenini yerinde görebilmek için? Güvenlik güçlerine ihtiyaç duymazdık herhalde böyle bir futbol maçında? Devletimizin saygı değer yetkilileri gerek duyar mıydı acaba televizyonlara çıkıp bir dizi açıklama yapmaya ve önemli tedbirler almaya? Buna gerek duyar mıydık? Bir düşünün sadece. Ne olurdu bu maç oynansaydı? Öncelikle Yunanistan sınırına asker yığıp bir cephe oluştururduk. Hızla silahlanmaya gidilirdi, olağanüstü hal ilan edilirdi. Karşılıklı notalar verilirdi. Yurt içinde Kürt vatandaşlarına yönelik önlemler alınır hepsi birer terörist yaftalamasına maruz kalırdı. Ülke genelinde özellikle doğu illerinde yoğun güvenlik önlemleri alınır ve Kürtler aleyhine gösteriler düzenlenirdi. Büyük ihtimal Cumhuriyet mitingleri yapılırdı Cumhuriyetimizi korumak amacıyla. Paranoyalardan ibaret bölünme korkusu had safhaya ulaşırdı. Suçlardık bütün ülkeleri bu maça destek çıktıkları için; Türk'ün Türk'ten başka dostu yok ne de olsa. Belki de o tribünleri basıp "yıkarlardı". Kısacası dünkü maçta yaşananların ve sonrasında yaşanacak olanların hiçbirine şahit olamazdık. Bu soruyu hocalarıma sorduğumda aldığım cevap "hazır değiliz böyle durumlara" oldu. Belki de doğru söylüyorlardı. Hazır değiliz demokratikleşmeye; sevgiyle ve barış içerisinde yaşamaya.

22 Aralık 2009 Salı

Halloween 2


Bu adam korku filmi yapmıyor! Yapamıyor değil. Beceremediğini kastetmiyorum yani. Bu adamın yaptığı çok başka bir şey. Önce House of 1000 Corpses'ta izledik Rob Zombie'nin yeteneklerini. Daha sonra The Devil's Rejects'le devam etti -ki benim, sinema dünyasında adını ilk duyuşum olmuştu.2005'te Halloween'in yeniden çekileceğini duyduğumda hayal kırıklığına uğradığımı itiraf etmem gerekir: "bir efsaneyi daha mı berbat edeceksiniz be arkadaş!"... Hatta yönetmenin Uwe Boll olacağını falan düşünmüştüm. E ne de olsa bir filmi batırmak için en doğru isim korku ustası(!) Boll'dur. Gün geçtikçe ekibin belli olmasıyla umudumun da arttığını söylemeleiyim. Rob Zombie The Devil's Rejects'ten sonra yeniden yönetmen koltuğuna geçecekti çünkü. Bunu duyduğumda ilk 2 filmini tekrar izlemiştim arka arkaya, gerçekten ne anlatmak derdinde olduğunu anlayabilmek için.

Dün gece de Halloween 2'yi seyrettim. Artık tamamiyle söyleyebilirim bunu: Rob Zombie tam bir "dram" yönetmeni! Çektiği 2 Halloween filminde, daha öncesinde çekilen ve Mihcael Myers'ı efsane mertebesine ulaştıran 8 filmden farklı olarak Myers'ın bakışından izliyoruz olanları. Bu adamın niye saf katil olduğunu, niye öldürme ihtiyacında olduğunu, yaşadıklarına gösterdiği veya göstereceği reaksiyonları anlayabiliyoruz. Daha önce bu tip bir "slasher" filmi/filmleri izlemedik. Bunu bu şekilde bize yansıtabilen insan da Rob Zombie'den başkası olamazdı zaten.

Gelelim Halloween 2'nin inceliklerine, özelliklerine. Rob Zombie'nin daha önceki 3 filmini izleyenler çıplaklık ve cinsellik temasını ne kadar sık kullandığını farketmişlerdir. Filmimizde bu temalar şaşılacak kadar minimum seviyede tutulmuş. Rob Zombie'nin gittiği bir diğer değişiklik ise, daha önce çektiği 3 filmin kemik kadrosunu oluşturan birkaç ismi bu filmde kullanmayışı. Ama gözlerim Sid Haig'i aramadı değil hani. Stiptiz barının Frankenstein kılığındaki sahibi çok yakışabilirdi. maalesef programının yoğunluğundan ötürü kabul edememiş teklifi. Ama yönetmenimizin eşi Sheri Moon Zombie her zamanki gibi yine kilit rol oynuyor. Ve yine her Rob Zombie filminde olduğu gibi metal müzik ve simgeleri ön planda. Ne demişler? Can çıkar huy çıkmaz! Filmin süprizi ise Al "Weird" Yankovich'in küçük de olsa bir rolü olması. Filmi, yaptığı kötü espirilerle yumuşatıyor. Rob Zombie, bunlarla beraber Halloween filmlerinin klişelerinin biraz dışına çıkmış görünüyor. Bilen bilir, Michael Myers'ın en büyük özelliği hiç konuşmaması. Final sahnesinde 1 kelime de olsa konuşuyor katilimiz. Ayrıca yüzünü hiç görmeyiz ilk 8 filmde. Ancak Rob Zombie' bu klişenin de dışına çıkarak bizlere ailemizin katilinin yüzünü sık sık gösteriyor. Bu durum zaten Myers'ın saf katil olarak değil aynı zamanda etten kemikten (ne kadar doğru bilinmez) bir insan olduğunu anlamamızı amaçlayan bir çeşit "gizli reklam".

Son olarak, Halloween serisinin 3. bir filmle devam edeceğini ancak yönetmen koltuğunda Rob Zombie yerine Patrick Lussier'i (My Bloody Valentine, Dracula 2000'in yönetmeni ve 98 yapımı Halloween H20'nin editörü) görecek olmamızı söyleyelim. Michael Myers'tan ve Halloween'den yeniden soğumaya başladım işte şimdi...

21 Aralık 2009 Pazartesi

Saw VI


Önyargılarımı bir kenara bırakmayı öğrenmem gerektiğini bir kez daha anladım. "6. mı? yok daha neler!? Suyu çıktı artık." demiştik dragamanımla beraber, film gösterime girdiği zaman. Ancak Avatar'ın 3D olarak gösterilmediği salonlarda Saw 6'yı seçmek oldukça akıllıca bir davranış. (Avatar'ı mutlaka 3D izleyin!) Nitekim korktuğumuz başımıza gelmedi ve hayli de hoşumuza gitti film. Şu ana kadar çekilmiş en kanlı Saw filmi olduğunu söyleyebilirim.( Gerçi 6 tane film oldu. Şu anda hepsini net olarak hatırlayamıyorum) Açılış sahnesi mide bulandırıcı olduğu kadar, benim gibi bu tip sahnelerden hoşlananlar için son derece etkileyici. İzleyenler bilirler, bu yöntemi zayıflama yöntemi olarak deneyebilirim :)
1. film herkes için mutlaka en iyisidir. Bana göre de elbette. Ama bu son film, 1.nin tahtını sallayamasa da onun hemen ardından gelmeyi başarmış gibi gözüküyor. "Hadi ordan sende!" diyebilir benim gibi önyargıyla yaklaşanlar. Gişe hasılatlarını boşverin arkadaşlar. Gidin izleyin, kararınızı kendiniz verin.
Küçük bir haber de vermekte fayda var. Saw serisinin küçük çapta bir pembe dizi niteliğinde olacağını ve 9 bölümden oluşacağını duydum. Yani izlenecek daha 3 film var. Saw yapımcıları da bu uzun soluklu seriye olan ilginin düştüğünü göz önüne alarak, 7. filmi 3D çekmeyi planlıyorlarmış. Bu holivud yapımcıları işlerini biliyorlar yahu! Yine buldular izleyiciyi sinemaya çekmenin bir yolunu. Bu kadar ilgiyle izlediğim bir serinin, Final Destination'daki gibi bir 3D faciasına dönüşmemesini umuyorum.

20 Aralık 2009 Pazar

Sana Yakışan Yerdesin!


Trabzonspor - Fenerbahçe: 0-1

"Ardarda kaybettiği 3 maçtan sonra Trabzonspor'u deplasmanda mağlup eden Fenerbahçe ilk yarıyı lider kapattı." Garip geldi maçtan sonra bu yazıyı okumak. Bu takım değil miydi skandalların yaşandığı, futbolcularının geceleri alemler yaptığı, sahada ruh gibi dolanıyorlar dedikleri takım? Şimdi övgü zamanı tabi. Ne de olsa galibiyet alındı. Ne de olsa o eleştiriler yapılırken Fenerbahçe kaybediyordu sıra sıra. Sözüm odur ki siz gelin bu spekülasyon peşinde koşan basına ayak uydurmayın. Son haftalarda yaşanan düşüşü bu tip durumlara bağlamayın. Yoksa değerli ve bilgili(!) yorumcumuz Sergen Yalçın'ın dediği gibi ligimiz mi çok kötü? 4 mağlubiyeti 1 beraberliği olan takım lider bitirmiş ilk yarıyı. 37 puan toplamış. Bu durum bana göre ligin kötülüğünü değil aksine ne kadar süprizlere açık bir lig olduğunu gösteriyor. Artık eskiden olduğu gibi hiçbir "büyük" diğer "küçük" takımlara karşı "büyük" değil. Büyük takım kavramı ortadan kalktı son 3 sezonda. Bu durum ligde hiçbir maçın kolay olmadığını da ortaya koyuyor. Sivas'ın açtığı yoldan bu sezon da Kayseri ve Bursa geçiyor. Eskişehir de arkadan zorluyor. E daha ne olsun!? Reklamı da hoşuma gidiyor zaten: "Turkcell Super Lig! Hiiiiç bitmesin!"
Maça gelecek olursak: Ben kafayı taktım bu Topuz'a... Kendini hala Kayseri'nin yıldız oyuncusu sanıyor. Beşiktaş'a çalım atılacak diye bin bir uğraşla alındı. Sadece Fenerbaçe'ye Beşiktaş'a Galatasaray'a karşı oynadığı maçlara bakılırsa izlediğiniz en dominant oyuncu olabilir. Ama her hafta bu takımlara karşı oynamıyorsun işte. Müdafada tamam ama iş hücuma gelince o kadar yavaşlatıyor ki oyunu gözlerim kapanmaya başlıyor. Hele ki karşısında dinamik ve güçlü bir savunma oyuncu varsa neredeyse her topu kaybetmesi işten bile değil. Yine de "Hep Destek Tam Destek" sloganımızdan vazgeçmiyoruz.
Topuz'un haricinde göze batan diğer oyuncu Güiza elbette ki. Rıdvan da fark yaratan seçti İspanyol'u. Son haftalarda bir çıkış içerisinde. Gidecek mi acaba devre arasında? Formda olduğu için Fenerbahçe'de işi olmayabilir tabi!
Son olarak da maçın 25. dakikasında gözüme çarpan bir olaydan bahsetmek istiyorum. Topu kazanmak için mücadele veren Emre, başarısız olunca yine birilerine bağırdı çağırdı. Hoşuma gidiyor aslında Emre'nin bu tavırları. O, bir taraflarını yırtarken diğerlerinin O'na destek vermemesini çok güzel eleştiriyor. Ama daha sakin yapsa şu işi, hoş olacak.

Fenerbahçe Kurasına Lille Yorumu

Lille'in web sayfasında Fransa'nın milliyetçiliğini bulmak aslında şaşırtmadı beni. İngilizce bilse dahi konuşmayı sevmeyen bir memleketin takımının sitesi de doğal olarak sadece Fransızca. Bizim kıçı kırık fenerbahce.org'umuz bile Türkçe hariç 3 alternatif dil seçeneğiyle yayın yapıyor.
Kuralar çekildikten sonra adetimdir rakip takımın sayfasına girip Fenerbahçe ile ne yorum yaptıklarını görmek. İşte Lille'li futbolcuların ve teknik direktörleri Rudi Garcia'nın yorumları:

Rudi Garcia: "Fenerbahçe Türkiye Liginin üst sıralarında yer alan bir ekip. Bu küçümsenecek bir durum değil. Türkiye'deki taraftarların etkisini ve bunu kırmanın zor olduğunun bilincindeyiz. Bizim için değişik bir karşılaşma olacak. Turu geçme şansımız var ve bunun için elimizden gelen herşeyi yapacağız. İlk maçı evimizde oynayacağımız için bir avantajımız söz konusu. Bu turdan sonra Liverpool ile karşılaşabilme ihtimalimiz bizim için ekstra bir motivasyon sağlayacaktır."


Florent Balmont: "Zorlu bir kura çektik. Türkiye'de büyük bir tirbüne karşı oynamak gerektiğini biliyoruz. Karşımızda iyi bir takım olduğunu ve her iki takımın da bir sonraki tur için hesaplar yaptıklarını biliyoruz. İlk maçı evimizde oynayacağız. Gol yemeden bitirerek deplasmandaki maç için avantaj sağlamak peşinde olacağız. Evimizde oynayacağımız maçta 1-0'lık bir galibiyet bizim için tatmin edici olabilir. Bunlar yaşanması güzel tecrübeler. Herkes kuranın bizim için aldığı şekilden son derece memnun gözüküyor. Bizim adımıza güzel bir mücadele olacaktır."


Rio Mavuba: "Kura çekimini hep beraber takip ettik. Çıkan sonuçtan (u)mutluyuz. Fenerbahçe gibi iyi bir ekiple eşleştiğimiz iyi bir kura oldu. Deplasman maçının hararetli geçeceği kesin. Böyle bir deneyim tecrübemizi arttıracak ve kendimizi denememizi sağlayacaktır. Turu atlarsak Liverpool ile eşleşecek olmamız bize esktra bir motivasyon sağlayabilir. Şu an biliyoruz ki bu tur zorlu geçecek. Bordeaux'da oynarken Türkiye'de hiç maç yapmadım. Anelka'nın birkaç yıl önce Fenerbahçe'de oynadığını biliyorum. Böyle iyi ve tehlikeli ekibi elersek övünmek hakkımız olacaktır."


Pierre-Emerick Aubameyang: "UEFA Avrupa Ligi'nde yolumuza devam ettiğimiz için mutluyuz. Önümüzdeki bu iki mücadele zor olacak. Özellikle de Türkiye'de oynayacağımız deplasman. Bu maçların Avrupa kupalarında uzun yıllardır mücadele eden ekiplere karşı iyi birer sınav olabileceğinin bilincindeyiz ve iyi bir deneyim olacağını düşünüyoruz."


Aurélien Chedjou: "Türkiye'de hararetli bir ambiyans olacağı aşikar. Türkiye liginde yeniden parlamak isteyen ve kariyerinin sonlarına gelmiş oyuncular top koşturmakta. Özellikle Roberto Carlos'u düşünüyorum. Bu sebepten çok iyi bir takımla karşılaşacağımızın bilincine varmalıyız. Bu her şekilde oynaması muhteşem bir karşılaşma olacaktır ve takım olarak tur biletini almak için sahaya çıkacağız. Kağıt üstünde Türklerin bize oranla tecrübesi daha fazla. Bu yüzden kendi oyunumuza odaklanıp maksimum düzeyde mücadele etmeliyiz. Liverpool mu? Önce bu tura konantre olalıyız, aksini yaparsak bir hata olur."


Mickael Landreau: "Ortada Avrupa kupalarına alışık çok iyi bir ekibi çektiğimiz bir kura var. Türkiye'de oynayacağımız maç son derece hareketli ve güzel bir ambiyansa sahne olacağa benziyor. Daha önce Galatasaray'a karşı oynadığımda da inanılmaz bir atmosfer vardı tribünlerde. Türk ekibi favori olarak gösterilse de bizim de şansımız yok değil. Liverppol'dan önce Fenerbahçe'yi düşünmemiz ve konsantre olmamız gerekiyor."


Pierre-Alain Frau: "'04-'05 sezonunda Lyon formasıyla Fenerbahçe'ye karşı Şampiyonlar Liginde mücadele etmiştim. Deplasmanda inanılmaz bir atmosfer olduğunu vurgulamam gerekiyor. O maça dair güzel anılarım var. Zira o maçı 3-1 kazanmıştık. Güzel fakat zorlu bir kura oldu diyebilirim. Açıkçası kolay bir kura da yoktu zaten. Elimizden gelenei yaparak turu geçmeye çalışacağız. Turu geçersek Liverpool ile karşılaşma olasılığımız var. Bir çok oyuncunun rüyası bu olabilir ancak önce Fenerbahçe'yi düşünmeliyiz."

Özet olarak Lille takımının oyuncuları ve Rudi Garcia daha çok Şükrü Saraçoğlu'ndaki maçın atmosferine dikkat çekmişler. Demeçlerden de anlaşıldığı üzere akılları Liverpool ile eşleşme olasılığında. Ancak hesaba katmadıkları dişli bir Unirea takımı var düşüşte olan ve zor günler geçiren Liverpool'un karşısında. Lille'in Liverpool maçını düşünmeleri Fenerbahçe'nin avantajı olarak ortaya çıkabilir. Tabii aynı düşünceye bizimkiler de kapılmazlarsa...

Not: Fransızca'dan çeviren "kadim" dostum Ömer "the Joker" Bilgin'e teşekkürlerimi sunuyorum. Ayrıca farkettim ki feysbukta Fransızca bilen çok arkadaşım varmış:)

19 Aralık 2009 Cumartesi

Nicknames







Efsane futbolcuların lakaplarından seçmeler:

Toni Adams - Donkey
Roberto Baggio - Codino d' Oro (Golden Ponytail)
Dennis Bergkamp - Non-flying Dutchman
Eric Cantona - King Eric
Pierluigi Casiraghi - Bisontino (Little Bull)
Alfredo Di Stefano - Saeta Rubia (Blond Arrow)
Ruud Gullit - Tulipano Nero (Black Tulip)
Mario Kempes - Matador (Killer)
Alexi Lalas - Red Bull
Attilio Lombardo - Bald Eagle
Gerd Müller - Dicker (Fat One)
Pelé - Rei (The King)
Anton Polster - Golster
Ferenc Puskas - Galloping Major
Romario - Baixinho (Shorty)
Teddy Sheringham - Ready Teddy
Marco Simone - Batman
Lillian Thuram - Filisofo (Philosopher)




UEFA Avrupa Ligi ve Şampiyonlar Ligi Kuraları Çekildi




Kuralar çekildi, rakipler belli oldu. Lille ve Atletico Madrid. Biri yükselen, son zamanlarda büyük sükse yapan, ligin tozunu dumanına katan bir takım. Diğeri ise düşüşte olan, prestij kaybı yaşayan ve ligin tozu dumanı arasında kaybolmuş bir takım. Bizim takımlarımızın da pek parlak olmadığını, özellikle Fenerbahçe'nin son derece formsuz olduğunu belirtmekte fayda var. Ancak bu maçlar tam 2 ay sonra oynanacak ve hareketli geçeceği muhtemel bir ara transfer dönemi yaşayacağız. Şu anki bütün dengeler bu süreç içerisinde değişebilir. Ama maçların bu hafta oynanacağını varsayarsak Fenerbahçe'nin eleneceğini ve Galatasaray'ın zorlansa da yoluna devam edebileceğini söyleyebilirdik.
Avrupa ligindeki tadından yenmez eşleşmeler ise, Şampiyonlar Liginden elenerek büyük hayal kırıklığı yaratan Liverpool ile bu yılın flaş ekiplerinden Unriea karşılaşması; kendi liginde istediğini bulamayan Villerreal ile Beşiktaş'ın grubundan gelen ve son derece etkili bir hücum hattına sahip olan Wolfsburg eşleşmesi; 90ların iki efsane takımını karşı karşıya getirecek olan Ajax ve Juventus eşleşmeleridir.
Şampiyonlar Ligi kuraları çekildiğinde ise iki erken final ile karşılaştık: Inter - Chelsea ve Milan - Manchester United. Bu iki maç, yeniden Milan'la anlaşan Beckham'ın Old Trafford'a, Inter'in hocası Mourinho'nun da Stamford Bridge'e dönecek olmaları açısından da ayrı birer önem taşıyorlar. Uzun zaman sonra 2. tura 3 ekiple devam eden İtalyanların bu karşılaşmalardan boynu bükük ayrılacaklarını öngörüyorum o ayrı. Fiorentina ise Bayern ile kafa kafaya oynayacak güce sahip. Toni için de nostalji olacak Artemio Franchi'de oynamak. Diğer karşılaşmalarda ise şimdiye kadar Devler Liginde yenilmeyen Bordeaux, 257 milyon €'luk 2. Los Galactios, bu sene de oynadığı tüm kupaların favorisi olan Barça favoriler arasında.

18 Aralık 2009 Cuma

İyi Tatiller Roberto Carlos!



Fenerbahçe - Sheriff: 1-0

Maçtan sonra akılda kalan en önemli olay tabi ki R.Carlos'un Fenerbahçe formasıyla son maçına çıkmış olması. Maçtan önce çeşitli söylentiler ve Daum'un basın toplantılarında verdiği tatmin etmeyen demeçler sonrasında herkes, R.Carlos'un oynayıp oynamayacağını, oynarsa 11de mi olacağını yoksa kulübeden mi geleceğini, kulübeden gelirse de kaç dakika oynayacağını merak ediyordu. Maç kadrosu belli olunca anlaşıldı ki Hooijdonk'un başına gelen Carlos'un da başına gelecekti. Son düdük çaldığında Hooijdonk'tan daha şanslı olan R. Carlos, sadece 2 dakika sahada kalmıştı. Peki bunun nedeni ne? Aziz başkanın ve Aykut Kocaman'ın R. Carlos'u şampiyon olmadan göndermek istemediklerini biliyoruz. Ancak R. Carlos, Fenerbahçe ile şampiyon olduktan sonra Brezilya'ya dönseydi, Brezilya liginin ancak ortasına yetişebilecekti. Ligin başlangıcını kaçırmamak için özel izin alan R. Carlos, Marca'ya verdiği röportajda Real Madrid'te oynamak istediğini belirtince bu özel izni veren başkanın ve Kocaman'ın tepesi doğal olarak attı. Daum'a "küçük" bir uyarı yaparak R. Carlos'un yaptığı etik olmayan davranışı bir şekilde cezalandırdılar böylece. Ama oyuna girdiğinde Semih'ten pazubandını alması ve kaptan olarak uğurlanması hoş oldu.

Maça gelen az sayıdaki taraftarın da büyük çoğunluğunun Carlos'u son kez görmek için stada koşması muhtemel. Maça gelecek olursak, Özer-Topuz değişikliğine anlam veremedim. İlk yarıda topu 1. bölgeden alıp 3. bölgeye taşıyabilen tek oyuncuyu 2. yarıda çıkarırsanız ve yerine bir "ruh" koyarsanız maçın sıkıcılıktan öte bir şeylere dönüşmesi kaçınılmaz olur. Heleki hücum hattınızda her topu ezen ve ayakta dahi duramayacak kadar güçsüz olan Güiza'nız varsa. Sheriff takımının oyuncularının da ekstra beceriksiz olması oyunu dayanılmaz hale getirdi. Sağ açıkta oynayan siyahi oyuncuları Balima, Eminönü'nde saat falan satarken keşfedilmiştir herhalde. Özet olarak bu sıkıcı maçta üzerinde durulacak yagane konu R. Carlos'un vedasıdır.
2.5 yıl boyunca Fenerbahçe'yi dünyaya tanıttığın, gösterdiğin büyük profesyonellik, sol kanattan yaptığın sayısız bindirmelerin, rakip takımların sağ açıklarının yıldız olmasını sağladığın(!) için teşekkürler Roberto Carlos. Ronaldo'yla beraber iyi tatiller!

Kendini Köpek Sanan Kedi


Maskot tanıtıldığında ağzım bir karış açık kaldı! Tamam son zamanlarda büyük spor organizasyonlarının altından başarıyla çıktık ülkece. Belki de daha çok yaşayacağız böyle başarılı organizasyonlar. Bizi bekleyen 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası var mesela. Olur da kazanırsak o seçimi, es kaza düzenlenirse Futbol Şampiyonası Türkiye'de, bari orada maskotumuz güzel olsun!
Bu tip küresel organizasyonları inceleyecek olursak, seçilen maskotların turnuvanın düzenlendiği ülkeyi/ülkeleri tanıtıcı bazı öğeler barındırması anlaşılabilir. Örneğin Güney Afrika'nın maskotu Zakumi. Bizimki de bu anlayışla oluşturulmuş. Oluşturulmuş da abartılmış biraz. Van kedisi, Nazar boncuğu, hilal şeklinde bir kafa! Sadece rakı, kebap, dansöz motifi eksik üzerinde. Ve daha da enteresan olanı resmi sitede yapılmış olan maskotu açıklayıcı metinler. "Kendini köpek sanan kedi" demişler. Ne tepki versem bilemedim.

15 Aralık 2009 Salı

Gruplar Belli Oldu


Çin, Rusya, Porto Riko, Fildişi, Yunanistan... 2 ölüm grubundan birine düştük. Diğeri İran ile ABD arasındaki maç ile büyük ilgi çekecek olan B Grubu. Slovenya, Hırvatistan, Brezilya, İran çok güçlü ekipler. Gerçi takımların değerlendirmelerine sonraki post'larda girilecektir ama kısaca belirtmek istersek, bu grupta sadece ABD'nin birinciliği, Tunus'un da altıncılığı garanti gibi görünüyor. Bununla beraber dördüncülük için kıyasıya bir rekabet bekleniyor.
Kendi grubumuza bakacak olursak Yunanistan, eğer Japonya'daki performansını tekrarlarsa gruptan lider çıkması olası. Bu grupta da B grubundaki Tunus'un kaderini Fildişi paylaşıyor. Dördüncülük için ise yine minimum 4 takım yarışacak. İki ölüm grubu kabaca böyle görünüyor. Daha sonra her grubun üstüne ayrıntısıyla düşeceğim. Israrla takip ediniz :)

Ne Demişler #2


Ellen Degeneres: "Melanie (Griffith) ile haftada 8 kere seks yaptığınızı duymuştum?"
Antonio Banderas: "Sekiz mi? Yetmez!"

Berlusconi'nin Aklından Ne Geçiyordu?


"ADRIAAAAAAAN!!!"


"NOEMIIIIII!!!"

14 Aralık 2009 Pazartesi

World Championship 2010




Belirtmeden olmaz. Özellikle Kobe'nin afişini çok beğendim. Üzerinde oynanan ışık, Kobe'nin duruşu ve de İstanbul'un gerçekçiliği (sağ ayağının arkasında oluşan trafiği anlarız da ya önünde oluşan trafik?) hoşuma gitti. Ersan'ın vermiş olduğu James Dean'vari poz da beni benden aldı(!) Billboard'larda şimdiden yerlerini bulmuş durumdalar. Önümüzdeki 255 gün boyunca da yani turnuva başlayana dek de bulunsunlar lütfen. Bugün torbalar da belirlendi. Kurayı da yarın Hakeem Olajuwon çekecek. Futbol Şampiyonasınınkini Charlize Theron çekmişti, bunu Hakeem çekiyor:) Ayrıca üstünde durmak istediğim başka bir konu ise turnuva şehirleri arasında niçin Antalya'nın yer almadığı. Türkiye, turizm sektöründen ne kazanıyorsa Antalya'dan kazanıyor. Ülkede dünya şampiyonası düzenleniyor ancak dünyanın bildiği "Antalya", bu organizasyona dahil değil. Okulda Emir Turam'la karşılaşılırsa soruluacak yegane soru budur.

13 Aralık 2009 Pazar

Yedisinde Neyse Yetmişinde de O!


Muhammed Ali. Bilmeyen var mıdır? Yoksa bile buradan öğrenebilirsiniz. O, adını tarihe sadece bir sporcu olarak yazdırmadı. O, bir çok insanın ve toplumun kendini ifade etme aracı oldu. O, bir "fikirdi". O, sadece yumruklarını değil, dilini de kullanmayı ve bu şekilde ayakta kalmayı da biliyordu.
Vietnam savaşının patlak verdiği zamanlar... Uncle Sam'in yine tüm A.B.D. vatandaşlarına "I want you" dediği günler... Dünya Boks Şampiyonu 22 yaşındaki Cassius Clay a.k.a. Muhammed Ali'yi de istiyor bünyesine Uncle Sam. Ancak daha önce karşılaşılmamış bir durum söz konusu oluyor. Bu genç adam orduya katılmaya "vicdani red" özgürlüğünü kullanarak reddediyor. Bütün Amerika ayağa kalkıyor. Daha sonrasında Ali'ye gelen hapis cezası... Ancak Vietnam halkı için söylediği "Benim onlarla bir sorunum yok!" sözü halkı uyandırmaya yetmişti. Bu olaydan sonra Boksörlük lisansı elinden alınsa da hapis de yatsa da savaş yanlıları tarafından nefretle eleştirilse de o istediğini gerçekleştirmiş ve sporculuğun da ötesine geçip bir simge haline gelmeyi başarmıştır.
Videonun tarihi biraz geç. Bush'un başkanlık dönemi. 22 yaşında savaşa gitmeyi reddeden Ali, yıllar sonra "Hard Power" Bush'tan Gelmiş Geçmiş En İyi Boksör ödülünü alıyor. Bush da sempatik olma telaşında: link

Ne Demişler #1


"Bunu ülkemde savaşan silahlı güçlere vereceğim. Monrovia'da bir araya getireceğim onları. İnsanın ülkesi için başka bir şekilde, savaşmadan mücadele edebileceğini gösterdim."

George Weah - Ballon d'Or'u kazandıktan sonra, 1995

Aziz, topu çizgiden çıkardı!



Fenerbahçe - Ankaragücü: 3 - 2

Maçtan sonra aklımda en çok Güiza'nın gol atmayı başarabilmesi olacaktı belki de son dakikada Özer topu içerden çıkarmasaydı. Yine Rıdvan'lık yapıp "Gol olur" dedim korner kullanılmadan önce. Maç boyunca başrolde olan Özer Hurmacı, son dakikada yine rol çalıyordu herkesten. Kendi adına harika bir maç çıkaran, verilen şansı iyi değerlendirip bir asist yapan, Andre Santos'a "bir daha formayı geri alamayacaksın" dercesine sol kanadı başarıyla kullanan Özer Hurmacı 90da bir de gol çıkarıyor kalesinden! İşte beklediğimiz Özer bu!


Gelelim asıl konuya: Bir hafta öncesine gidelim. Eskişehir maçından sonra Aziz Başkanın yaptığı açıklamaları hatırlayalım. Federasyona ve Hakemlere ağır eleştirilerde bulunmuş, ardından 21 gün hak mahrumiyeti cezası almıştı. Olsun varsın Aziz başkan alsın cezayı. Söylediklerinin ne kadar etkili olduğunu bu akşam görmüş oluyoruz. Özer'in çıkardığı top gol olmuş da olabilir, çizgiden de çıkmış olabilir. Onu tartışmaya gerek yok. Söylemek istediğim, Aziz Yıldırım'ın nüfuzu. Belki Aziz Başkan Eskişehir maçından sonra o demeçleri vermiş olmasa Fenerbahçe bugün de puan kaybedecekti hatta liderlik elden gidecekti. Boşuna dememişler, "Bu ülkede Başbakandan sonra en çok sözü geçen adam Fenerbahçe başkanıdır" diye. TFF, lütfen bu kadar riayet etmeyin bu söze! Fenerbahçe'nin böyle galibiyetlere ihtiyacı yoktur. Madem hakem hatalarının azalmasını istiyoruz Türk futbolu adına, bunlar da olmasın Aziz Başkan'ım.

Edit:Fotoğraf