28 Haziran 2010 Pazartesi

Unutulmaz Anlar


Özellikle Maradona'nın malum gölünde seyircilerin gittikçe yükselen seslerine dikkat edin. İnsanı kendinden geçiriyor adeta.

26 Haziran 2010 Cumartesi

2. Dünya Savaşı, 2010 Dünya Kupası

2002 Dünya Kupası'na Avrupalılar "sürprizler kupası" demişlerdi zamanında. 2010 Dünya Kupası bu sürprizlerin çok çok ötesine geçmiş durumda. İlk maçların ardından futbolun güzelliğinden umudu kesen gerçek futbolseverler ikinci maçlarla biraz olsun ümitlendiler. Çünkü ilk maçlarda yenilmemeye oynayan takımlar ikinci maçlardan itibaren daha açık futbol oynamaya ve bu sayede bol gol izletmeye başladılar bizlere. Televizyonlarını kapatan gerçek futbolseverleri üzen şey ise bir önceki Dünya Kupası'nın finalisti olan iki ülkenin, Fransa'nın ve İtalya'nın beklenenin çok çok altında bir performans sergilemeleri idi. Buna bir de İngiltere'nin kısır futbolu eklenince ilk maçlar soununda açılan televizyonlar tekrar kapanmaya başladı bir bir. İlk kez kara kıtada düzenlenen bu Dünya Kupası geçmiş Dünya Kupaları'nı aratır vaziyetteydi.

Üçüncü maçlarda ise ak ve kara birbirinden ayrılmış, elenenler ve gruptan çıkanlar belli olmuştu. İlk sürpriz Fransa'dan geldi. Aslında çok da sürpriz sayılmazdı bu, çünkü Horozlor 3 maçta yalnızca 1 gol atabilmiş ve takım içerisinde özellikle Meksika maçından sonra büyük çatlaklar oluşmuştu. Anelka kadro dışı kalmış oyuncular antremanı boykot etmişlerdi. Bu olanların ardından Fransa'nın elenmesi değil gruptan çıkması sürpriz olurdu. A grubundan lider çıkan takım ise kalesinde gol görmeyen Uruguay oluyordu. Son maçında Uruguay'a mağlup olan Meksika ise grubu ikinci sırada tamamlıyordu. Kupanın ev sahibi ülkesi Güney Afrika ise Fransa'yı yenmesine karşın gruptan çıkma hakkını kazanamamıştı. Dünya Kupaları tarihinde bir ilk gerçekleşerek ev sahibi ülke ilk kez gruplarda eleniyordu.

B grubunda ise ilk sırayı tüm maçlarını kazanan ve grup maçları sonunda favori sıfatını bir üst mertebeye taşımış olan Arjantin alıyordu. Maradona'nın grup maçları sırasında sık sık topla buluşması ise Arjantin'in 12 kişiyle oynadığı dedikodularını çıkarmıştı. 12. oyuncu Maradona olunca biraz göze batıyordu elbette. Maradona'nın da topla her buluşmasında şık hareketler yapması Messi'yi kıskandırmış olmalıydı. Son maçta Nijerya ile berabere kalarak gruptan çıkmayı garantileyen ve rakibini evine yollayan Güney Kore, Arjantin'in ardından ikinci sırayı alıyordu. 2004 Avrupa Şampiyonu Yunanistan'ın defansif futbolu ve yaşlı kadrosu kupanın Yunanlılarla işi olmadığını haykırıyordu adeta.

Dünya Kupası başlamadan önce pek çok otoritenin favori olarak gösterdiği İngiltere ancak son maçında Slovenya'yı 1-0 yenmesinin ardından gruptan çıkma şansını kazanıyordu. Fakat İngiltere'nin gruptaki performansı hiç de umut vermiyordu destekçilerine. Cezayir'le oynadıkları maç kupanın uzak ara (pek çok maç için bu tabiri kullanabilirz aslında) en kötü maçı olarak görülüyordu. 2008 Avrupa Şampiyonası'nda Türkiye'nin kazandığı "geri dönüşlerin takımı" unvanını bu kupada ABD hakediyordu. İlk iki maçında yenik duruma düşmesine rağmen maçları beraberlikle sonuçlandıran Amerikalılar, Cezayir'i son dakikada attıkları golle geçerek adlarını hem liderliğe hem de ikinci tura yazdırıyordu.

D grubundaki en dikkat çekici performans hiç şüphesiz Gana'ya aitti. Afrika'da düzenlenen kupada tur atlayabilen tek Afrika takımı olması onları bir kat daha gururlandırmış ve benim gibi 3. dünya ülkelerinin isimlerini futbolla duyurabileceklerine inananların övgüsünü haketmişti. Futbolun 90 dakika olan bir oyun ve her maçın sonunda Almanların kazandığı gerçeği yine değişmiyordu. İkinci maçında Sırbistan'a yenilerek turu zora sokan Almanlar son maçlarında Gana'yı mağlup ederken lider olarak gruptan çıkıyorlardı. Kupa'daki başka bir hayal kırıklığı ise sürpriz yapabilecek nitelikteki kadrosu ile Sırbistan oluyordu. Sırbistan'ın kaptanı Stankovic'in kırdığı bir rekor ise oldukça ilginçti. Stankovic Dünya Kupaları'nda 3 farklı ülkenin formasını giymişti: Yugoslavya, Sırbistan-Karadağ ve yalnızca(!) Sırbistan. Bu bile balkanların son yıllarda ne büyük değişimlere uğradığını ortaya koyuyor aslında.

Hollanda'nın "total futbol" anlayışına özlemimiz ise Robben'in dönüşüyle bitiyordu. 74'te Cruyff nasıl o takımı sürüklemeyi başardıysa, aynı başarıyı 2010'da Robben gerçekleştiriyordu. Hollanda'nın en çok keyif veren futbolunu grupların son maçında sakatlıktan tamamen kurtulan Robben sayesinde izliyorduk. İlk iki maçtaki can sıkıcı futbola rağmen Hollanda tüm maçlarını kazanmasını biliyordu. Grubun ikinci sırasına ise Japonya, Danimarka ile oynadıkları müthiş maç sonrasında geçiyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında korkusuzca düşmana saldıran Japon uçakları gibiydi Japon futbolcular. Kamikazeyi göze almışlardı adeta. Maçın son dakikasına kadar hiç durmadan koşarak ve Danimarka'ya top göstermeyerek ikinci turu hakediyordu Japon takımı.

Kupa'nın en büyük 2. sürprizi ise F grubundan geliyordu. 2002'de Fransa'nın başına gelen, bu sefer İtalya'nın başına geliyor ve son şampiyon grup maçlarında eleniyordu. "Köprünün altından çok sular aktı" sözünü İtalya doğrulamıştı. 4 yıl önce şampiyonluğa uzanan kadrodan eksiği az (Totti, Del Piero), artısı fazla olan İtalya belki de o az eksikleri yüzünden çizmeye geri dönüyordu. İtalya yerine, benim sürpriz yapabilecek kapasitede gördüğüm Slovakya, Paraguay ile gruptan çıkmaya hak kazanmıştı. Hem de son maçında İtalya'yı mağlup ederek. İtalya'nın, bizlerin bile FM oynarken yaptığımız ilk iş olan revizyona gitmesi bu sonuçlarından ardından şart olmuştu artık.

Kupa'nın ölüm grubunda ölenler ise Kuzey Kore ile birlikte Fildişi oluyordu. Brezilya beklendiği gibi grubu lider tamamlıyordu. Portekiz ise turnuvanın en farklı galibiyetini alarak Kuzey Kore'yi 7-0'la geçiyordu. Son maçta Brezilya'dan alınan 1 puan, işi averaj hesaplarına bırakmadan gruptan çıkmayı sağlıyordu. Kuzey Kore ise belki turnuvanın en zayıf ekibi olarak gösteriliyordu Yeni Zelanda ve Honduras ile birlikte ama diğerlerinden daha çok saygıyı hakediyordu kuşkusuz. Futbolu "Yunanlaştırmadan" yani 10 kişi kapanarak değil de kazanmaya oynayarak bir başka deyişle "haddini bilmeyerek" oynamaları takdir kazanmalarını sağlamıştı. Onlar için üzücü olan gruptan 12 gol yiyerek elenmeleri değil Güney Kore'nin tur atladığı bir kupada elenmeleri olmuştu hiç şüphesiz. Fildişi ise 2006'da parladığı kadar parlayamıyordu bu sefer. Afrika'nın gururu sıfatını Gana'ya devretmişlerdi.

Son grupta ise ilk maçını sürpriz bir şekilde kaybeden İspanya, kalan maçlarını İspanya hatta Barcelona gibi oynayarak (her maç en az 400 olumlu pas) lider tamamlıyordu. Bu sayede Brezilya ile eşleşmeyerek olası bir erken finalden de kurtarıyordu bizleri. İspanya'nın ardından gruptan çıkan takım ise Bielsa'nın "total futbol v. 2,0" diye adlandırabileceğimiz anlayışıyla oynattığı Şili oluyordu. Grup maçları sonunda Şili, pek çok futbolsever tarafından turnuvanın en iyi takım olarak değerlendiriliyordu. Bununla beraber Honduras'ın elenmesi ne kadar normal ise İsviçre'nin Honduras'a gol atamaması o kadar normaldi benim gözümde. Bir başka defansif futbol oynayan ekip olan İsviçre'nin elenmesine kimsenin üzülmediğini tahmin ediyorum.
Gruptan çıkanlar, erken havlu atanlar, hayal kırıklıkları, 2. tur eşleşmleri göreceli olarak 2. Dünya Savaşı'nın bir tekrarı niteliğindeydi. Fransa ve İtalya bu futbol savaşına erken veda ederlerken Yunanistan tüm savunma hattına rağmen işgal ediliyordu. Almanlar, İngiltere ile karşılaşıyordu. ABD zorlanarak da olsa savaşta kendine bir taraf edinmişti. Japonya ise gözü pek, korkusuz askerleri ile ilerlemeye devam ediyordu. Tek eksik olarak SSCB'yi gösterebiliriz ancak onun alternatif duruşuna sahip olan Latin Amerika ülkeleri kayıpsız bir biçimde yollarına devam ediyorlardı. Afrika takımlarının ise esamesi okunmuyordu ancak stratejik birer konum oluşturuyordu her biri. Evet, Türkiye ise savaşa katılmamıştı... Ben ise belki de ilk kez bir savaşa katılmamamıza bu kadar üzülüyordum.

18 Haziran 2010 Cuma

Dünya Kupası, İlk Maçlar


Dünya Kupası dendiğinde insanlar büyük bir futbol şöleni bekliyorlar doğal olarak. Dünyanın en iyi 32 takımının en büyük olabilmek adına verdiği 1 aylık mücadele herkes için güzel futbolla, bol gollerle, zengin pozisyonlarla aynı anlama geliyor. Ama kapanan takımlara, savunma futboluna şahit olduk ilk maçlar sonunda. "İddaa" dilinden konuşmak gerekirse Almanya'nın ve Brezilya'nın (ki Brezilya'nın maçı rölantiye aldığı son dakikalarda yediği gol sayesinde) maçları "üst" bitti yalnızca. Oynanan futboldan vuvuzelanın da etkisiyle kimse memnun kalmadı ve büyük takımların maçları olmadıkça izlemeye de kimseler yanaşmadı.

Kupanın açılış mücadelesinde Güney Afrika ile Meksika karşı karşıya gelirken "madem ki açılış mücadelesi daha kötü nasıl oynarız da bu kupadan herkesi soğuturuz" düşüncesiyle hareket etti iki takım da. Sonucunda beraberlikle ayrıldılar sahadan... Bir sonraki maçta Fransa ile Uruguay sahadaydı. Fransa oynuyor diye ekran karşısına geçtik. Ne de olsa basketbol ile futbolu harmanlayarak sahaya yansıtabilen bir ekip Fransa, özellikle Henry'nin önderliğinde. İlk maça oranla nispeten daha keyifli bir maç bekleyen bizler, ilk maçın özetinden daha çok keyif almışızdır eminim.

Kupanın ikinci gününde ise çeşitli sebeplerden ötürü (Maradona, Latin Amerika, Messi, bira, tango hatta darbe) Türkiye'de, ezeli rakibi diyebileceğimiz Brezilya'dan sonra (kutuplaşma burda da mevcut) en çok sevilen takım Arjantin sahne alıyordu. Özellikle Arjantin'in zengin hücum hattı sayesinde Nijerya karşısında bol gollü bir galibiyet alacağını düşünen bizler yine hüsrana uğruyorduk ve yalnızca 1 gol (onu da müdafaa oyuncusu attı zaten) izleyebiliyorduk. Maçtan sonra akılda kalan olay ise Maradona'nın maç sırasında 4 kez topla buluşmuş olmasıydı. Bu adamı kenara da koysanız tribüne de çıkarsanız ne yapıp edip oynayacaktır oyuncağıyla... Günün ikinci maçında düşman komşu Yunanistan, Dünya Kupaları tarihinde ilk golünü arıyor ancak buna muvaffak olamıyordu. Dost ülke yüzümüzü kara çıkarmıyor "nalet" Yunanlar'ı 2-0 ile geçiyordu. Sağolsun kardeş ülkemiz... Günün son maçında ise her zaman mazlumu desteklemeyi seven yurdum insanının kimi desteklediği meçhul olan İngiltere - ABD maçı oynanıyordu. Gerçekten de ezilen halkları futbol sahnesinde desteklemeyi bir görev haline getirmeyi benimsemişsek kimi destekleyecektik ki bu maçta?! Keyifsiz geçen ilk iki güne tuz biber olup yine beraberlik çıkıyordu sahadan. Sahadan çıkan başka bir şey ise Jabulani'ye yöneltilen eleştirilerin doruk noktaya ulaştığı ama Green'in hatasının da büyük olduğu ABD'nin kaydettiği goldü. 2 günün ardından Dünya Kupası'nda konuşulacak bir şey çıkmıştı ortaya sonunda!

Kupanın 3. günü 3. dünya ülkeleri kategorisine soksak kimsenin itirazının olmayacağı Cezayir ve Slovenya arasındaki maçla başladı. Açık konuşuyorum, maçı izlemedim. İndirdim hatta daha sonra izlemek için ama elim mouse'a varmıyor izlemek için yemin ederim. Neyse Slovenya galip: 1-0... 2. maçta ise Sırbistan ve Gana karşı karşıya geliyordu. Genç kadrosuna ve tecrübesizliğine rağmen Gana, güçlü rakibi Sırbistan'ı penaltı golüyle geçiyordu... Günün son maçı ise izlenebilirite olarak günün en önemli maçıydı belki de. 90 dakika sonunda her zaman galip gelmeyi bilen Almanya, özellikle Galatasaraylı'ların Neill ve Kewell sayesinde benimsedikleri Avustralya karşısına çıkıoyrdu. Avustralya'yı sürpriz yapabilecek kapasitede görenler büyük bir yanılgıya düştüler çünkü Almanya, kupanın en bol gollü maçına sebep olarak 4 golle geçiyordu rakibini.

Ertesi gün Hollanda Danimarka karşısına çıkıyordu. Daha çok bir Avrupa Şampiyonası havasındaydı maç sanki. Total futbolun yaratıcısı olan portakallar, total futbollarını sergileyememiş olsalar dahi 2-0 galip gelmeyi başardılar... Saatler 5'i gösterdiğinde ise Kamerun'un tek kale oynadığı, Japonya'nın ise yalnızca 2 şut çekebildiği maçta futbolun tanrıları Japonlar'ın kazanmasını istemişti... Günün son maçında, son şampiyon yaşlı İtalya, Latin Amerika'nın dinamik ve parlayan ekibi Paraguay ile oynuyordu. 1-0 mağlup duruma düşmelerine rağmen tecrübeleriyle beraberliği kurtaran İtalyanlar pek parlak bir görüntü sergileyememişlerdi.

15 haziranın ilk maçında Yeni Zelanda ile benim sürpriz ekip olarak gördüğüm Slovakya karşılaşmışlardı. Uluslararası maç tecrübesi çok az olan, eski model Premier League takımı görüntüsü çizen, uzun paslara ve fizik gücüne dayalı (boy ortalaması 1.82) Yeni Zelanda, sürpriz adayı ekip karşısında bir sürprize imza atarak 90. dakikada bulduğu golle Dünya Kupaları'ndaki ilk puanını alıyordu. İlginç olan ise atılan iki golde de ofsayt şüphesinin bulunmasıydı... Günün ikinci maçında ölüm grubu olarak adlandırılan G grubunun otoritelerce ikincilik mücadelesi verecek olan iki ekibi Portekiz ve Fildişi Sahilleri karşılaştı. Futbolseverlerin günlerdir beklediği bol gollü, heyecanlı maç beklentisi bir başka maça kalmakla birlikte o ana kadarki en zevksiz maçı oynanmıştı maalesef... Akşam ise samba resitali izlemek istemiştik komünist Kore karşısında ama yine beklenen olmuyordu. Brezilya, Kuzey Kore'yi 2-1'le geçerken Elano 1 gol ve 1 asistle göz doldurmuştu. Bu sonucun ardından "Alex niye alınmamış bu takıma" diyordu yorumcular Ronaldinho'nun bile giremediği takımı eleştirirken.

İlk maçların son gününde H grubu maçları oynandı. Son gün beklenen olmuştu ve bol pozisyonlu, tempolu bir maç izleyebilmiştik sonunda. Ancak skor buna rağmen 1-0'dı. Şili bir anda bizler için aranan kan olmuştu. Honduras kalecisinin performansı, biraz da şansı olmasa maç tadından yenmezdi ama olsun buna da şükür demiştik... Grubun diğer maçı da aynı ölçüde tempolu ve bol pozisyonlu geçmişti ama izleyenler deja vu yaşadıkları hissine kapılmışlardı. Barcelona Inter Şampiyonlar Ligi ikinci maçının bir benzeri İsviçre İspanya maçında da yaşanmış, tüm maç kapanan İsviçre bulduğu 1 golle turnuvanın en büyük favorisini puansız bırakmıştı. Yorumcularımız ise coşmuşlar ve İspanya'nın orta sahasını eleştirir duruma gelmişlerdi. Hani şu dünyanın en iyi orta sahası olarak gösterilen ve saat mekaniği kıvamında pas yapan adamları hani...
Sonuç olarak ilk maçlar oldukça keyifsiz geçti diyebiliriz rahatlıkla. Oyunu soğutan, kapanan, bazen 11 kişi müdafaa yapan takımlar izledik. Bunu kötü futbol olarak da değerlendirebiliriz elbette ama unutmamak gerekir ki bu bir turnuva ve dünyanın en büyüğü belirlenecek. Takımların ilk maçlarda kapalı oynaması, kaybetmemek için mücadele etmesi bu tip golsüz ve kısır geçen maçlara sahne olmuş olabilir. Neticede Yunanistan 2004'te böyle kazandı Avrupa Şampiyonluğunu bizler beğenmesek dahi. Ama yine de biz futbolseverler bunun acısının sonraki maçlarda çıkacağı düşüncesindeyiz halen.

2010 Dünya Kupası Denince...


Her 4 yılda bir hayatımızın bir ayını adeta çalan, bizi kendine bağlayan, futbolun ramazanı olarak adlandırabileceğimiz Dünya Kupası müthiş bir gürültüyle ve diğer kupalara göre bir değişiklikle başladı geçen hafta. İlk defa bir Dünya Kupası'nın açılış maçını bir önceki şampiyon oynamadı. Bunun yerine ev sahibi ülkenin maçı oynanadı ilk maç olarak. Müthiş bir gürültü dememin sebebi ise açıktır sanırım. Dünya Kupası'nı kimin kazanacağını, kimlerin katıldığını, hangi maçların oynandığını herkes bilmiyor belki ama Dünya Kupası'na dair herkesin dilinde ve özellikle de kulaklarında ses olan tek şey şüphesiz "vuvuzela". Aslında başımıza böyle bir şeyin geleceği 1 yıl öncesinden belliydi. 2009'da düzenlenen "küçük" Dünya Kupası olarak da adlandırılan Konfederasyon Kupası'nda vuvuzela tüm tribünlerin gözbebeği halindeydi. Hatta o zaman bile yasaklanıp yasaklanmayacağı gündeme gelmişti bugün olduğu gibi. Stadlardaki anonsların duyulmasını ilk gereklilik olarak gören FIFA, vuvuzelanın buna bir engel teşkil etmediğini söyleyerek insanların rahatsızlığını ikinci plana atmış ve vuvuzelanın kullanımını yasaklamamıştı. Geçtiğimiz günlerde aynı konu yeniden gündeme geldi. Bazı futbolcuların maçlar esnasında vuvuzeladan yakındıklarını kameralar kaydetti. Siteler açıldı bir nevi imza toplandı yasaklanması yönünde. Ama FIFA yine aynı karara vararak kendini tekrarlamış oldu. İzleyenler de ikiye bölünmüş durumda aslında. Vuvuzelanın son derece rahatsız olduğunu ileri sürenlere karşılık Afrika'nın bir rengi ve kültürü olduğu gerçeğini öne sürerek destekleyenler mevcut. Bana göre ise futbolun heyecanını çalmakta vuvuzela. Botoks bir insanı nasıl ifadesiz hale getirebiliyorsa vuvuzela da futbola aynı etkiyi yapıyor kanımca. Kaçan gollerde, direkten dönen toplarda taraftarın yükselen sesini veya hakemin yanlış kararında, yapılan sert bir faulde tribünlerin hep bir ağızdan bağırmasını bu Dünya Kupası'nda hiç duyamadık ve duyamayacağız da. Doğrusunu söylemek gerekirse futbola ruh katan şeylerin başında bu taraftarların bu tepkileri yer alıyor. Ama bir başka açıdan baktığımda da vuvuzelanın bu kupaya büyük renk kattığı ortada. Ayrıca 2010 Dünya Kupası hatırası olarak edinmekte de fayda var ki siparişini verdim umarım yarın elime geçecek :) Kesin olan tek şey ise gelecekte "2010 Dünya Kupası denince aklınıza ilk ne geliyor?" diye sorduğumuzda şampiyondan veya olaylı maçlardan çok vuvuzela cevabı alacağımız.

Vuvuzela kadar çok konuşulan bir başka cisim ise Jabulani. adidas'ın her Dünya Kupası için özel olarak ürettiği toplara her zaman yakınanlar çıkmıştı. Ancak bu kadar konuşulanı ve tartışma yaratanını hatırlamıyorum doğrusu. 2002 kupasının topu Fevernova bile bu denli yankı uyandırmamıştı ki gerçekten kötü bir toptu. Jabulani'den yakınanların başında ilk maçlarında puan kaybeden büyük takımlar geliyor nedense. Topun çok hızlı yön değiştirdiğini, uzaktan şutlara olanak tanımadığını, kalecileri yanılttığını söylüyor futbolcular ve teknik adamlar. Nitekim İngiltere'nin ABD'den yediği golde Green'in hatası kadar Jabulani'nin marifeti olduğu da söyleniyor. Denemeden bilinmez elbette ama izlediğim kadarıyla biraz fazla seken ve biraz da yumuşak olan bir top gibi görünüyor. Elbetteki bu tartışmalar kupanın sonuna kadar devam edecek ve hakemlerin kararlarını eleştirmekten çok topu eleştirmek daha kolay olacak.

12 Haziran 2010 Cumartesi

Let the World Cup Begin


Aylardır beklenen gün geldi ve dünyanın en büyük spor organizasyonu (sadece futbol organizasyonu değil) başladı. Eleme gruplarında Bosna'ya yenildiğimizde bunun acısı grup kuraları çekildiğinde çıkar, ilk maçlar oynanırken de ağlamaya başlarız demiştim. Çok acı veriyor Güney Afrika'da olamamak ayrı konu. Gerçi düşünüyorum da Türkiye Milli Takımı orda olasydı maçlarını Ömer Üründül ve vuvuzela eşliğinde izlemek de ayrı bir ızdırap olurdu. Güney Afrika - Meksika maçını izlerken bu yüzden işkence çekiyorsak Türkiye maçlarında halimiz ne olurdu kim bilir?! Zaten anlamadığım konu TRT'nin neyine güvenerek bu sorumluluğu üstüne aldığı. İngiltere'de Dünya Kupası maçları Sky TV sayesinde 3D yayınlanırken, TRT sırf Dünya Kupası için HD yayına geçti. Bir zahmet... Zaten ilk maçtan belli etti kendini; 75. dakikaya kadar bir skorbord yoktu ekranın köşesinde. TRT Logosunu minimize ettiler sonra büyüttüler, skorboard koydular görebilmek için cam dibi 11 numara gözlük takmak lazım, yorumcu desen Ömer Üründül (Hakan Şükür de bazı maçlarda yorumculuk yapacakmış), maç önü - sonu yorumları desen bir tane futboldan anlayan adam yok... Çıldırmamak elde değil.
Bir eleştiri de resmi şarkı için. "Niçin Shakira?" demeden duramıyor insan. Ne popüler kültürmüş bu arkadaş. Önce NBA All -Star'da sahne al, sonra Dünya Kupası resmi şarkısını söyle. Hadi söyledin bari futbolun veya Güney Afrika'nın temsilcisi olacak bir kaç söz ekle. "This time for Africa" pek yeterli görünmüyor benim gözümde. Hem de çok daha başarılı şarkılar varken. Örneğin Coca - Cola reklamının şarkısı K'naan'ın"Wavin' Flag"ı. Şarkının sözlerinin Afrika'yı betimlemesini bir kenara bıraktım, Güney Afrika dendiğinde akla ilk gelen isim olan Mandela'nın sözlerinden esinlenerek yazılan nakarat kısmı bile Shakira'nın Waka Waka'sını perişan eder. Adam zaten Afrikalı, Kolombiyalı değil (!). Çekilen klip de futbolun evrenselliğini çok iyi anlatıyor. Buyrun son kararı siz verin:

K'Naan - Wavin' Flag
Yükleyen Knaan. - Video klipler, sanatçı röportajları, konserler ve çok daha fazlası.

Waka Waka
Yükleyen LiveIndia. - Yüksek çözünürlüklü video keyfini yaşayın!

3 Haziran 2010 Perşembe

Ne Demişler? #8


"Gelip bana sarılın yoksa hakem golü iptal edecek."

Maradona "Tanrı'nın Eli" vukuatından sonra takım arkadaşlarını sevinmeye zorlarken... -1986

5'te 4