17 Temmuz 2010 Cumartesi

Ne Demişler? #9


"Futbol, çalışanların patronlardan daha fazla söz hakkı olduğu tek meslek dalıdır."-Socrates Brasileiro Sampaio de Souza Vieira de Oliveira.

Dünyaya "sol"dan bakan Socrates, futboldaki sınıfsal düzeni anlatmaya çalışırken...

"Taraftarlık" Bir Hastalık Mıdır Yoksa Tedavi Mi?


(Bu postu bir grup terapisi olarak düşünün.)
Adım Taylan, Ben bir “taraftarım”... Bağış Erten’in bir yazısında okumuştum ideal taraftar tanımını: “İdeal taraftar: Kapalı tribüne beleş girmektense açık tribünde parasıyla yağmur yemeyi göze alan... Rakip takımın kullandığı serbest vuruşlara bakamayacak kadar maçı yaşayan... Belediye otobüsü stadın önünden geçerken kafasını adeta 180 derece çevirerek boş tribünleri mayhoş duygularla seyreden... Kongre, para, delege, yönetim kurulu, taraftar otobüsü, toplu bilet, güvenlik görevlisi gibi laflar duydukça kafası karışan, midesi bulanan... Ve bir gün o tribünlerde insan gibi muamele göreceğinden umudunu kesmeyen bir garibandır.” Diyordu yazıda. Beynime kazındı bu sözler. Kendisine “taraftarım” diyen adamda bile yoktu bu özellikler ülkemde. çünkü ülkemde herkes “takım” tutup kendisine taraftar sıfatını yakıştırıyordu. Yukardaki yazıda eksik olan ve bence en başa yazılması gereken tek şey ideal taraftar tanımını tamamlıyor işte: futbolu, tuttuğun takımdan daha çok sevmek. Yalnızca kendi takımının maçlarında değil herhangi bir futbol maçında da sevinip, üzülebilmektir ideal taraftarlık. Takımların değil futbolun taraftarı olabilmektir. Futbolun sosyolojik, ekonomik ve hatta felsefik yönlerini anlayabilmektir. Dünya Kupası’nı “futbolun ramazanı” bellemek, sevmektir, ne kadar kötü olsa da izlemekten keyif almaktır. Nijerya – Yunanistan maçını kaçırdığında hayıflanmak, üzülmektir. Kısacası futbolu dinim olarak kabul etmektir. İşte bu bilinçle geçtim ekran başına 11 Haziran’da. Tam 1 ay boyunca futbol ziyafeti çekecektim. 4 yıldır beklediğim an geldiğinde zaten çoktan tamamladığım hazırlıklarımın meyvesini alacağım için inanılmaz mutluydum. Klişe tabirle futbolla yatıp futbolla kalkacaktım. İlk defa tek bir tane favorim yoktu. Takım tutmayı bir kenara bırakıp futbolu tutmaya başladım ideal taraftar olabilmek için (belirtmem gerekir ki Arjantin sevgisi tabii ki hiçbir zaman bitmez). İtalyan olmak istedim mesela. 4 yıl önce kupayı görmek için Roma havalimanına gidip çılgınca sevinmek, belki sevinçten sabaha kadar ağlamak hatta günlerce kupayı kutlamak istedim. 4 yıl sonra da gruptan galibiyet alamadan elenmenin verdiği acıyı ve hüznü Cannavaro’nun gözyaşlarını paylaşarak yaşamak istedim.


Fransız oldum yeri gelince. Son dakikada Henry’nin eliyle içimizdeki İrlandalılar’ı da üzerek hatta ahını alarak kupaya fransız kalmayan bir milletin taraftarı olmak istedim önce. Domenech’e en pis küfürleri edip, Zidane’ı anmak istedim her defasında. Anelka’nın hislerime tercüman olmasına sevindim, Malouda’nın kupadaki tek Fransız golüne imza atmasına sevindiğim kadar. 1998’de şampiyon olmuş, 2002’de gol dahi atamamış, 2006’da final oynamış, 2010’da galibiyet alamadan elenmiş bir takımın en fanatik taraftarı olup gülsem mi ağlasam mı kararsız kalmak istedim hatta. Adalı olmak istedim zamanı geldiğinde. Kıta Avrupası’na yüksekten bakmak, Sterlinim’i kıçı kırık Euro’ya değişmemek istedim. Futbolun mucidi olduğumu her seferinde gururlanarak söyleyip buna rağmen futbolun doğrularına uzak olmak istedim. Video oyunlarında en sağlam müdaafaya, en sağlam orta sahaya sahip olup gerçek dünyanın sanal dünyadan çok farklı olduğunu acı tecrübelerle tatmak istedim. Takım kaptanımın ailesinin kleptomani hastası, kendisinin de doyumsuz bir kadın delisi olmasının nasıl bir duygu olduğunu anlamak istedim. Capello’nun bile başarısız olabildiği bir takıma detsek vermek istedim tribünde. 1966’nın intikamı acı bir şekilde alınırken avazım çıktığı kadar sövmek istedim hakeme 44 yıl öncesini unutarak. Rooney top kaybettikçe artan karavan fiyatlarını internetten takip ederken Walcott’la beraber maçları evimden izlemek istedim.


Bazen de genel tabirle “Sambacı” olmak istedim. Dünya Kupası dendiğinde akla gelen ilk takımın taraftarı olup gururlanmak göğsümdeki 5 yıldızlı formayla hava atmak istedim. Ülkemin ucsuz bucaksız sahillerinde top oynayan çocukları izlerken aralarından Zico’lar, Ronaldinho’lar, Romario’lar çıkacak olmasını umut etmeyi istedim. Yıllar boyu en kıvrak futbolu oynayan takımın taraftarı olarak Dunga’nın defansif kadrosunu protesto etmeyi istedim ayrıca. Yılın bidonu Felipe Melo’yu tüm takımdan ayrı bir yere koyup bir başka “sevmek” istedim. Arjantin’in Almanya’dan yediği 4 golle dalga geçip kendi mağlubiyetimi unutmayı da istedim. Yeri geldiğinde de Amerikalı olmak istedim. Ama en az kapitalistinden en az emperyalistinden. “En az Amerikalı” olan Amerikalı olmak istedim yani. Tezat sanatının bir örneği olup ilk defa nefret edilemeyecek bir “made in USA” damgası barındırmak istedim. Yenilgiyi kabul etmemek, gelecekte çekilmesi muhtemel filmlere konu olabilecek geri dönüşleri yaşamak istedim. Bir Afrika ülkesine elenip yıllarca yaptığım sömürünün başka yollarla daha acı bir şekilde alınmasına tanık olup nefretle değil saygıyla üzülmek istedim.

Alman da oldum sık sık. Ballack’ın sakatlığına ağlamayı, tarihteki en geç kadroyla Dünya Kupasına katılacak olmanın verdiği endişeyi yaşamak istedim. 1966’nın intikamını alırken hırslanmak, üstüne 3 gol daha atarak sarhoş olmak istedim. Total futbola geç de olsa alışmanın verdiği sevinci tarifsiz yaşamak istedim. Tunuslu’nun, Türk’ün, Brezilyalı’nın, Ganalı’nın, Polonyalı’nın, Avusturyalı’nın Hitler’in kırılası kemiklerini sızlatırcasına bir milli takım için oynarken, milli takımların milliyetçilik duygularını ön plana çıkaran bir olgu olmamasından büyük haz almayı istedim. Futbolun 90 dakikalık bir oyun olup sonunda “bir şekilde” kazanacak olmanın değil, 90 dakika boyunca topa sahip olarak, futbolun doğrularını gerçekleştirerek kazanacak olmanın verdiği hazzı tarif edememeyi istedim. Ahtapot Paul’ü salatama doğramayı da istedim ayrıca. Yeni Zelandalı olup sadece rugby’yi değil futbolu da becerebildiğimizi tüm dünyaya göstermek istedim. 32 takım içerisinde yenilmeyen tek takım olarak ülkeme saygı duyulmasını görmek istedim. English Championship’in vasat takımları gibi bir oyun anlayışıyla da Dünya Kupası’nda mücadele edilebileceğini göstermek istedim. Her zaman Haka dansı yapmadığımı ama o dansın ruhunu sonuna kadar taşıdığımı belli etmek istedim.

Ya da Japon olup hiç bir zaman yorulmayan takımımla gurur duymak istedim. Kamikaze terimini futbola da sokarak köklerime bağlılığımı bir kez daha kanıtlamak istedim. Bir adada yaşamanın futbola uzak olmaya engel olamayacağını İngilizlerle paylaşmayı istedim. O tiz “Nippon” çığlıkları ile vuvuzelayı karıştırarak ortaya çok daha kötü bir ses çıkarmanın verdiği garip duyguyu tatmak istedim. Aslında en çok da Güney Afrikalı olmak istedim. Ülkemi sömürmeye gelmiş olanlara karşı durmamı sağlayan futbola ev sahipliği yapmanın verdiği mutluluğu tarif edememek istedim. Apertheid günlerinin geçmişte kaldığını tüm dünyaya göstererek futbolun birleştirici ve barışı sağlayıcı unsurunu vurgulamak istedim. “Bafana Bafana” her ne kadar başarısız olsa bile futbolu bir takımdan daha çok sevdiğim için tribünlerde olmak istedim. Tüm dünyanın, ülkemden nefret etmesine yol açacak olsa dahi vuvuzelayı tanıtmak ve bu yüzden unutamayacakları bir Dünya Kupası yaşamalarını istedim. Yalnızca Güney Afrika’yı değil tüm Afrika’yı temsil edip, dünyanın Afrika’ya olan önyargısını kırarken mutluluk göz yaşları dökmeyi istedim. Mandela’nın bir arada yaşamı savunurken niçin spora önem verdiğini anladığımda tüylerimin diken diken olmasını istedim. Uruguaylı olmayı da istedim. 4 milyonluk nüfusumdan böyle yetenekli topçuları çıkarmanın verdiği hazzı yaşarken zaten gözümde çoktan şampiyon olmuş takımımın kazandığı dördüncülüğün bana bir anlam ifade etmemesini istedim. Suarez gibi önce ağlamak sonra sevinmek istedim, takımını yakabilecek kırmızı kart sonrasında kaçan penaltıya sevindiği gibi. Maradona’yla Suarez’in ortak yönünü farkettiğimde bu hareketin Latin Amerikalılar’a özgü bir hareket olduğunu anlayıp yüzümde garip bir gülümseme oluşmasını istedim. Forlan’ın attığı gollerin turnuvanın en güzel golleri olmasını bir kenara bırakıp sesim kısılana kadar “Goooool” diye bağırmak istedim.

Afrika’nın fillerini temsil etmeyi de istedim. Drogba’nın kırılan kolunun içindeki yen olmayı istedim. Ülkemde eli silahlı herkesin futbol sayesinde kucaklaşmasını görmeyi istedim. African Healing Dance’i gollerden sonra sevinirken kullanmayı istedim. Sadece fil dişleriyle değil futbolla da tanınmayı ama bu sefer sömürülmemeyi istedim. Afrika’nın bir de “yıldızı” olmayı, Ganalı olmayı istedim. Afrika’da düzenlenen kupada ayakta kalan tek Afrika ülkesi olarak gurur duymayı, imrenilmeyi hatta kıskanılmayı istedim. Kara kıtanın futboluna ayna tutup mutlu olmak istedim. Futbolun aç-tok, güney-kuzey, fakir-zengin ayrımı yapmadan her koşulda eşit bir oyun oluşunu anlatabilmeyi istedim. Suarez topu eliyle çizgiden çıkardığında sahaya girmek istedim bir an için. Gyan penaltıyı kaçırdığında şok olup kalmayı, penaltılarla elendiğimizde de hüngür hüngür ağlamayı... Hollandalı olup coğrafi şartlar nedeniyle eksi rakımdan dünyaya bakarken bir anda zirveye yerleşmeyi istedim. Cruyff’un Hollanda’ya kazandırdıkları yüzünden ne büyük bir adam olduğunu kelimelere sığdıramadan anlatmaya çalışmayı istedim. Aynı zamanda İspanyol futboluna kazandırdıkları yüzünden de ne büyük bir hain olduğunu... Tribünleri turuncuya boyayıp 90 dakika susmamayı ve bütün dünyaca en iyi taraftar grubu olarak benimsenmeyi istedim. Robben’in herşeyimiz, van Bommel’in ise hiçbirşeyimiz olduğunu haykırmak istedim her zaman.


İspanyol olup da en güzel futbolu izlemeye alışık olmayı istedim. İsviçre’ye yenildikten sonra endişelenip “acaba?” diye sormak istedim kendi kendime. Torres’in formsuzluğundan yakınıp Villa’ya bel bağlamak istedim. Takım oyununun futbolun temel taşı haline gelmesine ön ayak olduğumuz için gururlanmayı istedim. Herkesin bizim gibi oynama çabasını gördükçe şımarmayı, başarısız olanları gördükçe dalga geçmeyi, başarılı olanları gördükçe de takdir etmeyi istedim. Jimmy Jump’ı sahaya Barcelona beresiyle atlarken görmeyi istedim. Sadece futbolda değil basketbolda, motor sporlarında, bisiklette, teniste ve bilimum sporlardaki başarılarla sevinmeyi istedim. En önemlisi de Iniesta 116. Dakikada o golü attığında ve 4 dakika sonra Casillas kupayı kaldırdığında göz yaşlarımı tutamamayı istedim. Dünyanın en büyüğü olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmeyi aynı zamanda... Arjantinli olarak futbolun tanrısına ve en büyük mesihine sahip olmanın nasıl bir duygu olduğunu bilmek istedim. "El Diego"nun ne büyük bir futbolcu olduğundan, bir o kadar da kötü bir antrenör olduğundan bahsetmek istedim herkese. O’nun sahaya girip en azından bir frikik atmasını beklemek istedim. Şampiyonluk favorisi olup da çeyrek finalde elenmenin acısını tatmak istedim. Şampiyon olamadığımıza sevinmeyi istedim çünkü Maradona’nın çıplak koşmayacaktı. 86 model 10 numaralı klasik formamla tribünde “Vamos Vamos Argentina”yı söylemek istedim. Herşeyden önce de Güney Afrika’da olmayı istedim. Futbolun birleştirici unsuruna, ezilen halklara sağladığı avantajlara bire bir şahit olmayı da... Afrika’nın gerçek güzelliğini, yapabileceklerini, kırdığı önyargıları tecrübe etmeyi istedim. Futbolun Afrika için bulunmaz bir nimet olduğunu yazmak isterdim her yere. Kısaca Afrika olmak istedim, ezilmiş, sömürülmüş ama mağrur ve yetenekli. Futbolun Afrika, Afrika’nın da futbol olduğunu hiçbir şey daha iyi anlatamazdı bana bu kupanın anlattığı gibi.

Dünya Kupası sadece “futbolun ramazanı” olduğu için ilahi bir olay değilmiş bunu anladım. Tanrının varlığını bana futboldaki ilahi adaletle (bkz. Almanya- İngiltere maçı) anlatmaya çalıştılarsa da inandığım tek dinin futbol olduğunu pekiştirmekten öteye gidemedi bu uğraşlar. Benim tanrım Maradona’dır, peygamberlerim Messi’dir, “gerçek” Ronaldo’dur, Baggio’dur, Cantona’dır, Zidane’dır, Cruyff’tur, Gerrard’dır,... Kutsal kitabım “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir”dir. Günahlarım, Cristinao Ronaldo’ya, Pele’ye uymaktır, Sepp Blatter’i sevmektir, Almanya’yı (bu kupa hariç) desteklemektir, şike ve teşvik primi haberleriyle dolu gazete sayfalarını okumaktır, Bilica’yı savunmaktır.. İbadetlerim ise, 90 dakika dolmadan TV’yi kapatmamaktır/stadı terketmemektir, derbi maçı bileti için bir gece önceden kuyruğa girmektir, takımım için sesimin kısılmasını göze almaktır, başkanları değil kaptanları sevmektir, kitapçılarda ilk futbol kitapları reyonuna bakmaktır, ırkçılığa karşı durmaktır, Thuram’ı anlamaktır... Adım Taylan, ben bir “taraftarım”...

4 Temmuz 2010 Pazar

Write the “Real” Future


Dünya Kupası ile ilgili yazdığım ilk yazıda kupanın "vuvuzela" ve "jabulani" ile hatırlanacağından bahsetmiştim. Ama kupada o kadar çok olay gerçekleşti ki "vuvuzela" ile "jabulani" isimlerini hatırlamak için hafızamızı zorlar olduk. Hangi birini saysak ki, son şampiyon İtalya'nın grupta son sırayı almasını mı, Fransa'nın skandallarla çalkalanması mı (ki kupa bitince bununla ilgili çok daha ayrıntılı bir yazı yazacağımın sözünü veriyorum), Almanya'nın tarih sayfalarını hatta kendi tarihlerini yalanlar nitelikteki keyif veren futbolunu mu, aynı şekilde Brezilya'nın kendi tarihine ihanet edecek şekilde defansif futbolunu mu, Uruguay'ın küllerinden doğmasını mı, Hollanda'nın Brezilya zaferini mi, Uruguay - Gana maçında uzatmaların son saniyesinde yaşananları mı, kupanın favorisi Arjantin'in büyük bir hezimetle kupaya veda etmesini mi...

Belki de bunları da unutacağız ve Almanya'nın efsanevi yürüyüşünden bahsedeceğiz. İkinci turda İngiltere, çeyrek finalde Arjantin ve ikisine de 4 gol. Sonrasında da İspanya'yı elemesini ve finali de kazanarak kupayı kaldırmasını yazacağız. Hatta yeni ve daha iyi Müller'den bahsedeceğiz uzun yıllar boyunca. Veya Fransa'dan sonra Avrupa ve Dünya şampiyonluğunu üst üste kazanan diğer bir takımın İspanya olmasından bahsedeceğiz. O müthiş pas trafiğinden, orta sahanın futbol için ne anlama geldiğinden, Villa'nın altın ayağından veya 9 kupalı Barcelona'nın bir yansıması olan takımdan... Ya da 74'te kaybettikleri şampiyonluğun acısını 2010'da çıkartan Hollanda'nın turuncu devrimini konuşacağız. Cruyff'tan sonra yetiştirdikleri en büyük futbolcunun Robben oluşundan veya total futbolun 2000'lerdeki uyanışından... Belki de Uruguay'ın 60 Yıl sonra gelen şampiyonluğunu anlatacağız bir efsane tadında. Suarez'in 120. Dakikada çizgiden elle çıkardığı top ve sonucunda gördüğü kırmızı kartın bir takımı şampiyon yapabileceğinden bahsedeceğiz. Kaptanının Fenerbahçeli oluşundan hatta...

Geleceği senaryoya dökmek, bloga koymak kolay elbette. Bakalım asıl gelecek nasıl yazılacak?

Hakkını Verelim Bu Kupayı Sevelim

Herşeyden önce tüm o "zevksiz kupa" sözlerimi geri almayı istiyorum. Maçlar ilerledikçe farkettim ki kupa zevksiz değil aksine çok zevkli geçmekte. Bir çok takım bizlerde hayal kırıklığına yol açtı, futbolu katlettiler dedik, müdafaaların sertliğinden, pozisyonların kısırlığından dem vurduk. Bu durum tamamen kupadan neler beklediğimizle ilişkili. Burdan yola çıkarak size sorum şu: NBA finallerini mi izlemeyi yeğlerdiniz yoksa NBA All-Star maçını mı? All-Star maçını tercih edecek olanların bu kupadan zerre keyif almaması hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Çünkü All-Star maçlarında insanlar olağan dışı smaçlar, uçuk paslar, gerçek üstü hareketler beklerler. Bu beklentileri ise Doğu ve Batı takımlarının defans sertliğini minimum seviyede tutmaları ile mümkün olacaktır elbette. Hatta bazı kimseler vardı ki defansif oyunlardan nefret ettikleri için All-Star maçlarına bayılırlar. Bir de diğer şıkkı değerlendirelim yani NBA finallerini. All-Star maçlarından çok daha farklı olarak müdafaalar sertleşir, şutlar girmez, hücumculardan çok savunma karakterleri ağır basan oyuncular seriye yön verirler. Kısaca potasını kim daha iyi savunursa o takım avantajlıdır da diyebiliriz. Çünkü kimse şampiyonluğu kaybetmek istemez. Ve bana göre basketbolun ruhunu, doğrularını ve hatta "gerçek" güzelliklerini o müdafaası sağlam olan takımlarda görebiliriz. NBA'i yakından takip edenlerin aşina olduğu bir söz vardır hatta: "hücum maç kazandırır, savunma ise şampiyonluk...". Bu değerlendirmeyi Dünya Kupası'na da bire bir uygulayabiliriz. Tamam hunharca eleştirdik bir çok takımı (özellikle de İtalya'yı) ama amaçladıkları tek şey kalelerini korumaktı. Daha önceki postlarda kaç kez tekrarladığıma aldırmadan tekrar yazmak istiyorum 2004'te Yunanistan bu şekilde şampiyon oldu. Bizler kendimizi avuttuk "böyle futbol mu oynanır", "çok çirkin futbol oynuyorlar" diye ama Yunanistan Futbol Federasyonu'nun müzesinde Avrupa Kupası yer almakta. Bu da tek gerçektir. Bu gerçekten yola çıkarsak da takımların öncelikle gol yememeye özen gösterdiklerini mantıklı görmeliyiz. Çünkü bu kupada yarışan 32 takım da som altından olan o kupayı kazanmak istiyor. Günümüz futbol konjonktüründe de gol atmaktan çok gol yememeye özen göstermek gerekiyor. Bu kupaya söveceğimize değişen sistemlere sövmek daha anlaşılır olacaktır kuşkusuz.

Dünya Kupası'nın All-Star maçı şeklinde geçeceğini düşünenleri ise zaman makinesiyle geçmişe davet etmek istiyorum. 2-3-5'li taktikleriyle 1950lerdeki Brezilya takımı size oldukça keyif verecektir dostlar. Veya 1970'lerde yalnızca 2 kupada oynayarak 14 gol atmış olan Gerd Müller'i de izleyebilirsiniz. Geçrek Ronaldo bile (ki bana göre sürekli sakatlanmamış olsaydı şu anda ne Pele ne Maradona ne Messi ne de bir başka futbolcunun adını anıyor olurduk) 4 kupada geçebildi 14 sayısını. Yani kısa kesmek gerekirse All-Star'cıların istedikleri o sıradışı futbol çooook eskilerde kaldı. Bu değişen duruma en iyi iki örnek ise 2002 Dünya Kupası'nın en iyi oyuncusu seçilen Oliver Kahn (bilmeyenler için kendisi kalecidir) ve 2006 yılında dünyada yılın futbolcusu seçilerek tarihte bu ödülü kazanmış olan ilk savunma oyuncusu olan Fabio Cannavaro'dur. Belki de elimizden gelecek en iyi şey bu duruma bir şekilde kanalize olup savunmayı sevmeye başlamak olacaktır. Bu yüzden de yaşamakta olduğumuz kupanın değerini bilmeliyiz diye düşünmekteyim. Sonuçta bu müthiş organizasyon 4 yılda bir defa gerçekleşiyor ve savunma da yapsalar, tüm maçlar penaltılarla da sonuçlansa, yapılan pasların hepsi Daum tipi enine paslar olsa da sevelim bu kupayı. 60 kadar maç izledik ve geldik son 4 maça, hakkını verelim. Bu kupayı sevelim. Çünkü 2014'e kadar başka kupa yok.