26 Haziran 2010 Cumartesi

2. Dünya Savaşı, 2010 Dünya Kupası

2002 Dünya Kupası'na Avrupalılar "sürprizler kupası" demişlerdi zamanında. 2010 Dünya Kupası bu sürprizlerin çok çok ötesine geçmiş durumda. İlk maçların ardından futbolun güzelliğinden umudu kesen gerçek futbolseverler ikinci maçlarla biraz olsun ümitlendiler. Çünkü ilk maçlarda yenilmemeye oynayan takımlar ikinci maçlardan itibaren daha açık futbol oynamaya ve bu sayede bol gol izletmeye başladılar bizlere. Televizyonlarını kapatan gerçek futbolseverleri üzen şey ise bir önceki Dünya Kupası'nın finalisti olan iki ülkenin, Fransa'nın ve İtalya'nın beklenenin çok çok altında bir performans sergilemeleri idi. Buna bir de İngiltere'nin kısır futbolu eklenince ilk maçlar soununda açılan televizyonlar tekrar kapanmaya başladı bir bir. İlk kez kara kıtada düzenlenen bu Dünya Kupası geçmiş Dünya Kupaları'nı aratır vaziyetteydi.

Üçüncü maçlarda ise ak ve kara birbirinden ayrılmış, elenenler ve gruptan çıkanlar belli olmuştu. İlk sürpriz Fransa'dan geldi. Aslında çok da sürpriz sayılmazdı bu, çünkü Horozlor 3 maçta yalnızca 1 gol atabilmiş ve takım içerisinde özellikle Meksika maçından sonra büyük çatlaklar oluşmuştu. Anelka kadro dışı kalmış oyuncular antremanı boykot etmişlerdi. Bu olanların ardından Fransa'nın elenmesi değil gruptan çıkması sürpriz olurdu. A grubundan lider çıkan takım ise kalesinde gol görmeyen Uruguay oluyordu. Son maçında Uruguay'a mağlup olan Meksika ise grubu ikinci sırada tamamlıyordu. Kupanın ev sahibi ülkesi Güney Afrika ise Fransa'yı yenmesine karşın gruptan çıkma hakkını kazanamamıştı. Dünya Kupaları tarihinde bir ilk gerçekleşerek ev sahibi ülke ilk kez gruplarda eleniyordu.

B grubunda ise ilk sırayı tüm maçlarını kazanan ve grup maçları sonunda favori sıfatını bir üst mertebeye taşımış olan Arjantin alıyordu. Maradona'nın grup maçları sırasında sık sık topla buluşması ise Arjantin'in 12 kişiyle oynadığı dedikodularını çıkarmıştı. 12. oyuncu Maradona olunca biraz göze batıyordu elbette. Maradona'nın da topla her buluşmasında şık hareketler yapması Messi'yi kıskandırmış olmalıydı. Son maçta Nijerya ile berabere kalarak gruptan çıkmayı garantileyen ve rakibini evine yollayan Güney Kore, Arjantin'in ardından ikinci sırayı alıyordu. 2004 Avrupa Şampiyonu Yunanistan'ın defansif futbolu ve yaşlı kadrosu kupanın Yunanlılarla işi olmadığını haykırıyordu adeta.

Dünya Kupası başlamadan önce pek çok otoritenin favori olarak gösterdiği İngiltere ancak son maçında Slovenya'yı 1-0 yenmesinin ardından gruptan çıkma şansını kazanıyordu. Fakat İngiltere'nin gruptaki performansı hiç de umut vermiyordu destekçilerine. Cezayir'le oynadıkları maç kupanın uzak ara (pek çok maç için bu tabiri kullanabilirz aslında) en kötü maçı olarak görülüyordu. 2008 Avrupa Şampiyonası'nda Türkiye'nin kazandığı "geri dönüşlerin takımı" unvanını bu kupada ABD hakediyordu. İlk iki maçında yenik duruma düşmesine rağmen maçları beraberlikle sonuçlandıran Amerikalılar, Cezayir'i son dakikada attıkları golle geçerek adlarını hem liderliğe hem de ikinci tura yazdırıyordu.

D grubundaki en dikkat çekici performans hiç şüphesiz Gana'ya aitti. Afrika'da düzenlenen kupada tur atlayabilen tek Afrika takımı olması onları bir kat daha gururlandırmış ve benim gibi 3. dünya ülkelerinin isimlerini futbolla duyurabileceklerine inananların övgüsünü haketmişti. Futbolun 90 dakika olan bir oyun ve her maçın sonunda Almanların kazandığı gerçeği yine değişmiyordu. İkinci maçında Sırbistan'a yenilerek turu zora sokan Almanlar son maçlarında Gana'yı mağlup ederken lider olarak gruptan çıkıyorlardı. Kupa'daki başka bir hayal kırıklığı ise sürpriz yapabilecek nitelikteki kadrosu ile Sırbistan oluyordu. Sırbistan'ın kaptanı Stankovic'in kırdığı bir rekor ise oldukça ilginçti. Stankovic Dünya Kupaları'nda 3 farklı ülkenin formasını giymişti: Yugoslavya, Sırbistan-Karadağ ve yalnızca(!) Sırbistan. Bu bile balkanların son yıllarda ne büyük değişimlere uğradığını ortaya koyuyor aslında.

Hollanda'nın "total futbol" anlayışına özlemimiz ise Robben'in dönüşüyle bitiyordu. 74'te Cruyff nasıl o takımı sürüklemeyi başardıysa, aynı başarıyı 2010'da Robben gerçekleştiriyordu. Hollanda'nın en çok keyif veren futbolunu grupların son maçında sakatlıktan tamamen kurtulan Robben sayesinde izliyorduk. İlk iki maçtaki can sıkıcı futbola rağmen Hollanda tüm maçlarını kazanmasını biliyordu. Grubun ikinci sırasına ise Japonya, Danimarka ile oynadıkları müthiş maç sonrasında geçiyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında korkusuzca düşmana saldıran Japon uçakları gibiydi Japon futbolcular. Kamikazeyi göze almışlardı adeta. Maçın son dakikasına kadar hiç durmadan koşarak ve Danimarka'ya top göstermeyerek ikinci turu hakediyordu Japon takımı.

Kupa'nın en büyük 2. sürprizi ise F grubundan geliyordu. 2002'de Fransa'nın başına gelen, bu sefer İtalya'nın başına geliyor ve son şampiyon grup maçlarında eleniyordu. "Köprünün altından çok sular aktı" sözünü İtalya doğrulamıştı. 4 yıl önce şampiyonluğa uzanan kadrodan eksiği az (Totti, Del Piero), artısı fazla olan İtalya belki de o az eksikleri yüzünden çizmeye geri dönüyordu. İtalya yerine, benim sürpriz yapabilecek kapasitede gördüğüm Slovakya, Paraguay ile gruptan çıkmaya hak kazanmıştı. Hem de son maçında İtalya'yı mağlup ederek. İtalya'nın, bizlerin bile FM oynarken yaptığımız ilk iş olan revizyona gitmesi bu sonuçlarından ardından şart olmuştu artık.

Kupa'nın ölüm grubunda ölenler ise Kuzey Kore ile birlikte Fildişi oluyordu. Brezilya beklendiği gibi grubu lider tamamlıyordu. Portekiz ise turnuvanın en farklı galibiyetini alarak Kuzey Kore'yi 7-0'la geçiyordu. Son maçta Brezilya'dan alınan 1 puan, işi averaj hesaplarına bırakmadan gruptan çıkmayı sağlıyordu. Kuzey Kore ise belki turnuvanın en zayıf ekibi olarak gösteriliyordu Yeni Zelanda ve Honduras ile birlikte ama diğerlerinden daha çok saygıyı hakediyordu kuşkusuz. Futbolu "Yunanlaştırmadan" yani 10 kişi kapanarak değil de kazanmaya oynayarak bir başka deyişle "haddini bilmeyerek" oynamaları takdir kazanmalarını sağlamıştı. Onlar için üzücü olan gruptan 12 gol yiyerek elenmeleri değil Güney Kore'nin tur atladığı bir kupada elenmeleri olmuştu hiç şüphesiz. Fildişi ise 2006'da parladığı kadar parlayamıyordu bu sefer. Afrika'nın gururu sıfatını Gana'ya devretmişlerdi.

Son grupta ise ilk maçını sürpriz bir şekilde kaybeden İspanya, kalan maçlarını İspanya hatta Barcelona gibi oynayarak (her maç en az 400 olumlu pas) lider tamamlıyordu. Bu sayede Brezilya ile eşleşmeyerek olası bir erken finalden de kurtarıyordu bizleri. İspanya'nın ardından gruptan çıkan takım ise Bielsa'nın "total futbol v. 2,0" diye adlandırabileceğimiz anlayışıyla oynattığı Şili oluyordu. Grup maçları sonunda Şili, pek çok futbolsever tarafından turnuvanın en iyi takım olarak değerlendiriliyordu. Bununla beraber Honduras'ın elenmesi ne kadar normal ise İsviçre'nin Honduras'a gol atamaması o kadar normaldi benim gözümde. Bir başka defansif futbol oynayan ekip olan İsviçre'nin elenmesine kimsenin üzülmediğini tahmin ediyorum.
Gruptan çıkanlar, erken havlu atanlar, hayal kırıklıkları, 2. tur eşleşmleri göreceli olarak 2. Dünya Savaşı'nın bir tekrarı niteliğindeydi. Fransa ve İtalya bu futbol savaşına erken veda ederlerken Yunanistan tüm savunma hattına rağmen işgal ediliyordu. Almanlar, İngiltere ile karşılaşıyordu. ABD zorlanarak da olsa savaşta kendine bir taraf edinmişti. Japonya ise gözü pek, korkusuz askerleri ile ilerlemeye devam ediyordu. Tek eksik olarak SSCB'yi gösterebiliriz ancak onun alternatif duruşuna sahip olan Latin Amerika ülkeleri kayıpsız bir biçimde yollarına devam ediyorlardı. Afrika takımlarının ise esamesi okunmuyordu ancak stratejik birer konum oluşturuyordu her biri. Evet, Türkiye ise savaşa katılmamıştı... Ben ise belki de ilk kez bir savaşa katılmamamıza bu kadar üzülüyordum.

Hiç yorum yok: