18 Haziran 2010 Cuma

Dünya Kupası, İlk Maçlar


Dünya Kupası dendiğinde insanlar büyük bir futbol şöleni bekliyorlar doğal olarak. Dünyanın en iyi 32 takımının en büyük olabilmek adına verdiği 1 aylık mücadele herkes için güzel futbolla, bol gollerle, zengin pozisyonlarla aynı anlama geliyor. Ama kapanan takımlara, savunma futboluna şahit olduk ilk maçlar sonunda. "İddaa" dilinden konuşmak gerekirse Almanya'nın ve Brezilya'nın (ki Brezilya'nın maçı rölantiye aldığı son dakikalarda yediği gol sayesinde) maçları "üst" bitti yalnızca. Oynanan futboldan vuvuzelanın da etkisiyle kimse memnun kalmadı ve büyük takımların maçları olmadıkça izlemeye de kimseler yanaşmadı.

Kupanın açılış mücadelesinde Güney Afrika ile Meksika karşı karşıya gelirken "madem ki açılış mücadelesi daha kötü nasıl oynarız da bu kupadan herkesi soğuturuz" düşüncesiyle hareket etti iki takım da. Sonucunda beraberlikle ayrıldılar sahadan... Bir sonraki maçta Fransa ile Uruguay sahadaydı. Fransa oynuyor diye ekran karşısına geçtik. Ne de olsa basketbol ile futbolu harmanlayarak sahaya yansıtabilen bir ekip Fransa, özellikle Henry'nin önderliğinde. İlk maça oranla nispeten daha keyifli bir maç bekleyen bizler, ilk maçın özetinden daha çok keyif almışızdır eminim.

Kupanın ikinci gününde ise çeşitli sebeplerden ötürü (Maradona, Latin Amerika, Messi, bira, tango hatta darbe) Türkiye'de, ezeli rakibi diyebileceğimiz Brezilya'dan sonra (kutuplaşma burda da mevcut) en çok sevilen takım Arjantin sahne alıyordu. Özellikle Arjantin'in zengin hücum hattı sayesinde Nijerya karşısında bol gollü bir galibiyet alacağını düşünen bizler yine hüsrana uğruyorduk ve yalnızca 1 gol (onu da müdafaa oyuncusu attı zaten) izleyebiliyorduk. Maçtan sonra akılda kalan olay ise Maradona'nın maç sırasında 4 kez topla buluşmuş olmasıydı. Bu adamı kenara da koysanız tribüne de çıkarsanız ne yapıp edip oynayacaktır oyuncağıyla... Günün ikinci maçında düşman komşu Yunanistan, Dünya Kupaları tarihinde ilk golünü arıyor ancak buna muvaffak olamıyordu. Dost ülke yüzümüzü kara çıkarmıyor "nalet" Yunanlar'ı 2-0 ile geçiyordu. Sağolsun kardeş ülkemiz... Günün son maçında ise her zaman mazlumu desteklemeyi seven yurdum insanının kimi desteklediği meçhul olan İngiltere - ABD maçı oynanıyordu. Gerçekten de ezilen halkları futbol sahnesinde desteklemeyi bir görev haline getirmeyi benimsemişsek kimi destekleyecektik ki bu maçta?! Keyifsiz geçen ilk iki güne tuz biber olup yine beraberlik çıkıyordu sahadan. Sahadan çıkan başka bir şey ise Jabulani'ye yöneltilen eleştirilerin doruk noktaya ulaştığı ama Green'in hatasının da büyük olduğu ABD'nin kaydettiği goldü. 2 günün ardından Dünya Kupası'nda konuşulacak bir şey çıkmıştı ortaya sonunda!

Kupanın 3. günü 3. dünya ülkeleri kategorisine soksak kimsenin itirazının olmayacağı Cezayir ve Slovenya arasındaki maçla başladı. Açık konuşuyorum, maçı izlemedim. İndirdim hatta daha sonra izlemek için ama elim mouse'a varmıyor izlemek için yemin ederim. Neyse Slovenya galip: 1-0... 2. maçta ise Sırbistan ve Gana karşı karşıya geliyordu. Genç kadrosuna ve tecrübesizliğine rağmen Gana, güçlü rakibi Sırbistan'ı penaltı golüyle geçiyordu... Günün son maçı ise izlenebilirite olarak günün en önemli maçıydı belki de. 90 dakika sonunda her zaman galip gelmeyi bilen Almanya, özellikle Galatasaraylı'ların Neill ve Kewell sayesinde benimsedikleri Avustralya karşısına çıkıoyrdu. Avustralya'yı sürpriz yapabilecek kapasitede görenler büyük bir yanılgıya düştüler çünkü Almanya, kupanın en bol gollü maçına sebep olarak 4 golle geçiyordu rakibini.

Ertesi gün Hollanda Danimarka karşısına çıkıyordu. Daha çok bir Avrupa Şampiyonası havasındaydı maç sanki. Total futbolun yaratıcısı olan portakallar, total futbollarını sergileyememiş olsalar dahi 2-0 galip gelmeyi başardılar... Saatler 5'i gösterdiğinde ise Kamerun'un tek kale oynadığı, Japonya'nın ise yalnızca 2 şut çekebildiği maçta futbolun tanrıları Japonlar'ın kazanmasını istemişti... Günün son maçında, son şampiyon yaşlı İtalya, Latin Amerika'nın dinamik ve parlayan ekibi Paraguay ile oynuyordu. 1-0 mağlup duruma düşmelerine rağmen tecrübeleriyle beraberliği kurtaran İtalyanlar pek parlak bir görüntü sergileyememişlerdi.

15 haziranın ilk maçında Yeni Zelanda ile benim sürpriz ekip olarak gördüğüm Slovakya karşılaşmışlardı. Uluslararası maç tecrübesi çok az olan, eski model Premier League takımı görüntüsü çizen, uzun paslara ve fizik gücüne dayalı (boy ortalaması 1.82) Yeni Zelanda, sürpriz adayı ekip karşısında bir sürprize imza atarak 90. dakikada bulduğu golle Dünya Kupaları'ndaki ilk puanını alıyordu. İlginç olan ise atılan iki golde de ofsayt şüphesinin bulunmasıydı... Günün ikinci maçında ölüm grubu olarak adlandırılan G grubunun otoritelerce ikincilik mücadelesi verecek olan iki ekibi Portekiz ve Fildişi Sahilleri karşılaştı. Futbolseverlerin günlerdir beklediği bol gollü, heyecanlı maç beklentisi bir başka maça kalmakla birlikte o ana kadarki en zevksiz maçı oynanmıştı maalesef... Akşam ise samba resitali izlemek istemiştik komünist Kore karşısında ama yine beklenen olmuyordu. Brezilya, Kuzey Kore'yi 2-1'le geçerken Elano 1 gol ve 1 asistle göz doldurmuştu. Bu sonucun ardından "Alex niye alınmamış bu takıma" diyordu yorumcular Ronaldinho'nun bile giremediği takımı eleştirirken.

İlk maçların son gününde H grubu maçları oynandı. Son gün beklenen olmuştu ve bol pozisyonlu, tempolu bir maç izleyebilmiştik sonunda. Ancak skor buna rağmen 1-0'dı. Şili bir anda bizler için aranan kan olmuştu. Honduras kalecisinin performansı, biraz da şansı olmasa maç tadından yenmezdi ama olsun buna da şükür demiştik... Grubun diğer maçı da aynı ölçüde tempolu ve bol pozisyonlu geçmişti ama izleyenler deja vu yaşadıkları hissine kapılmışlardı. Barcelona Inter Şampiyonlar Ligi ikinci maçının bir benzeri İsviçre İspanya maçında da yaşanmış, tüm maç kapanan İsviçre bulduğu 1 golle turnuvanın en büyük favorisini puansız bırakmıştı. Yorumcularımız ise coşmuşlar ve İspanya'nın orta sahasını eleştirir duruma gelmişlerdi. Hani şu dünyanın en iyi orta sahası olarak gösterilen ve saat mekaniği kıvamında pas yapan adamları hani...
Sonuç olarak ilk maçlar oldukça keyifsiz geçti diyebiliriz rahatlıkla. Oyunu soğutan, kapanan, bazen 11 kişi müdafaa yapan takımlar izledik. Bunu kötü futbol olarak da değerlendirebiliriz elbette ama unutmamak gerekir ki bu bir turnuva ve dünyanın en büyüğü belirlenecek. Takımların ilk maçlarda kapalı oynaması, kaybetmemek için mücadele etmesi bu tip golsüz ve kısır geçen maçlara sahne olmuş olabilir. Neticede Yunanistan 2004'te böyle kazandı Avrupa Şampiyonluğunu bizler beğenmesek dahi. Ama yine de biz futbolseverler bunun acısının sonraki maçlarda çıkacağı düşüncesindeyiz halen.

Hiç yorum yok: