29 Aralık 2009 Salı

Bir "Çöküş" Hikayesi


New Jersey Nets. 2000’lerin ilk onyılına damga vuran takım. Başlarda NBA Finali’ne iki kere çıkmakla gösterdikleri başarı, sonlarda ise tarihe geçen yenilgi serileriyle. NBA tarihinin Golden State Warriors’la beraber en şanssız, talihsiz takımı benim gözümde. 2000’lerin başında neydiler, şimdi ne oldular.

Elbette en büyük pay onun ama sadece Jason Kidd değil New Jersey’nin 2001-2003 arasında finale çıkmasın esas nedeni. Rod Thorn, Jason Kidd’i Atlantic City’ye getirmekle çok iyi yaptı, tamam, fakat Byron Scott’ı da, Lawrence Frank’i de unutmamak lazım. Bu adamlar, Jason Kidd’le beraber Kenyon ‘çakma Rodman’ Martin’i basketbolcu yaptılar. 16 sayıya yakın bir ortalaması vardı 2002 sezonunda. Burada bir parantez açmak ve bir karşılaştırma yapmak istiyorum. Bugünlerin en iyi oyun kurucusu gösterilen bir isim, Chris Paul. Tyson Chandler odununu basketçi yapmasıyla sporseverlere çok büyük bir iyilik yapmış gibi gösteriliyor. Fakat Tyson Chandler ve Kenyon Martin’i birbiriyle kıyaslayacak olursak, NJ’yi de NO ile, dolaylı yoldan da 2001-03 Kidd’i, 2007-09 Paul ile kıyaslamış olacağız.

K-Mart ve Chandler belki aynı pozisyonun oyuncuları değiller fakat takımlarındaki görevleri gereği çok benzer yapıdalar. Nedir bu görev? Ellerin Defensive Intensity dediği şey. Eğer bir takımın saha içindeki mücadelesi, isteği bir ibreyle ölçülecek olsaydı, bu ibre NJ için Martin’e, NO içinse Chandler’a takılırdı.

K-Mart, Kidd ile beraber oynadığı dönemde maç başına 15 ve 16.7 sayı ortalamaları tutturmuştu. Önceki sene Kidd yok iken bu sayı 12’ydi. ‘Draft’ta birinci sıradan seçilmiş bir oyuncu için özel önlemler alınıyordu’ veya ‘gençti, gelişti, Kidd olmasa da o kadar da atardı’ denebilir, kabul. Tyson Chandler ise Paul ile 11.8 ve 8.8 sayı ortalamalarıyla oynadı maç başına.

Kenyon ne kadar doun ise Chandler da o kadar balta bir oyuncu. Demek istediğim, orta mesafe şutu olmayan, fiziksel güce veya boy avantajına dayalı, yılmayan, karşısındakini yıldıran tarz oyuncular ikisi de. Rakibi topla buluşmadan savunmaya yönelik, topla buluştuğunda ise şut bloklamaya dayalı bir savunma tarzları var. Bunun dışında yardıma gittiklerinde, ikinci oyuncu olarak da gerekeni yaptıkları söylenebilir. Kesinlikle bir hücüm silahı olmadıkları aşikar.

Takımınızda böyle bir oyuncu varsa hücüm setinizi onların üstüne çizmez, onlara birebir oynama sorumluluğu vermezsiniz. Verirseniz, çok güvendiğinizdendir ve mutlaka bu güveniniz boşa çıkar. Emeka Okafor bunu yaşadı, yaşıyor, tıpkı Greg Oden gibi.

Kidd böyle bir oyuncuyla oynadı, 16.7 ppg gibi neredeyse bir takımın hücümda ilk seçimiymiş gibi oynattı ve finale çıktılar. O dönemde Kidd oyunda olduğu sürede takımının saha içinde attığı sayıların yüzde 44.8’inin asist hanesinde yazan isimdi.

Chandler ise, benim nazarımda CP’den hakkınca hiç yararlanamadı. Chandler’ın savaşan yönünü hepimiz az çok biliyoruz. Fakat 2007-09 arasında NBA genelinde açıkçası herkesten çok savaşmış olabileceğini pek azımız farketmiştir. Bunu söylüyorum çünkü adam 2007-08 sezonunda NBA genelinde sahada alınan ribaundlar yüzdesinde birinci sırada. Yani sahadaki oyuncular arasında ribaund alması en yüksek olasılığa sahip olan adam. Rebound Percentage işte. Fakat onu Martin’den ayıran en büyük özellik ofansif ribaundlar. Maç başına 4.1 ve 4.4 bunlar sırasıyla. Maç başına dört hücüm ribaund demek eşek değilsen bir-ikisini pota altına bitirirsin, tiplersin bir şekilde sayıya ulaşırsın demek. Martin için bu sayıların bahsettiğim dönemde 1.5 ve 2.1 arasında gidip geldiğini hatırlatmakta fayda var. Özetle, Chandler bir şekilde ekmeğini taştan çıkaran bir yapıya sahipti ve Paul yerine Jameer Nelson gibi dibi besleme özürlü bir adamla oynasa dahi takip smaçları veya hücüm ribaundu sonrası sayılarla sayıya ulaşabilecek bir oyuncuydu.


Paul ve Kidd karşılaşmasına geri dönecek olursak, Kidd finale çıktığı dönemdeki takım arkadaşlarına bakarsak şahsi fikrim olarak neden Nash, Paul ve Billups’tan daha iyi olduğunu göreceğiz. Önce Paul’den başlayalım.

Paul’ün yerinde olmayı gerçekten isterdim zira penetre ettikten sonra ‘ya kaçarsa’ diye düşünmeye gerek yok, Chandler toplar. Yardım mı geldi, çıkar dışarı, Peja var. Peja dolu mu? Bobby Jackson, olur. Yardım dipten mi geldi at havaya Chandler kapasın. O da mı olmayacak, West nerde? Orta mesafe şutuyla bitirsin. Kimse mi yok? En iyisi bitireyim. Butler, Morris Peterson bunlar nerdeler? Opsiyonlar o kadar fazla ve güvenilir ki... Başında da Byron Scott var, sahada yarı saha oyunundan çok dizginleri oyun kurucusuna devretmeyi bilebilen bir koç.

Kidd’in yardımcılarına bakacak olursak, bir tek koç alanında Paul’le aşık atabileceğini görüyoruz, çünkü aynı adamdı. Kidd’in bir mucize yarattığına inanmak istemeyenlere tek bir kanıt sunacak olsam o da NBA Finaline çıkan ilk beş olurdu. Basketbol tarihinin en gereksiz, en vasıfsız oyuncusu Keith Van Horn NBA Finalinde parkeye ayak bastı. Yaklaşık 2 metre 10 santim boyundaki bu adam, birebir oyundaki başarısızlığı nedeniyle bir dört numarayı andırıyordu ilk başta ama sırtı dönük oyundaki yetersizliği ve savunmada devamlı ezilmesi onu tekrar üç numaraya itti. Bu seferde penetre etmedeki başarısızlığı ona bir ‘şutör’ etiketi yapışmasına sebep oldu. Kendi şutunu yaratamayan, statik bir oyuncu. Bu dönemde tabi bir beyaz, uzun, Nowitzki ekolünün de baş göstermesi cabası.

Van Horn’u geçtiğimizde ise Kidd’in yanındaki şutör gardın Kerry Kittles adındaki, Patates Kafa oyuncağından bozma bir kifayetsiz basketbolcu olduğunu görüyoruz. Kidd’in gelmesiyle üçlük yüzdesi düşen Phoenix ve Dallas dahil tek oyuncu. Fizik ve oyun olarak Richard Hamilton’ı andırsa da ondan bir kaç kat daha düşük seviyelerde basketbol oynamayı tercih eden, topla ilk buluştuğu anda şuta kalkarsa sayı olma ihtimali artan, fakat kalkamaz ise, benzeri Hamilton’ın aksine topsuz oyunda kendini geliştirmek yerine baseline’a geçen ve herhangi bir hareket teşebbüsünde bulunmayan bir oyuncu.

Ve geldik en sevdiğim kısıma, pivot oyuncusuna. Kittles ve Van Horn’u gördükten sonra, daha kötü olamaz diye düşünmeme rağmen her hatırladığımda içimde bir parça öldüren gerçek pivot pozisyonundaydı: Todd MacCulloch. O kadar ki, sanırım 2000’lere damgasını vuran uzunlar sıralamasında Shaq ve Duncan en tepedeyse NJ’nin ve bu adamın katkısı küçümsenemez düzeyde fazla diyebilirim. Yedeği olan Jason Collins’le beraber oynasalar, SAS ve LAL yine de şampiyon olurdu. O kadar ki Aaron Williams dahi Lakers’a karşı Shaq’ı tutma şerefine erişmişti. O kadar ki bu senelerde Nets’in sahada en çok ribaund alan oyuncusu ne bunlardan biri ne de Kenyon Martin’di, Kidd’di.

İşte bütün bunları göz önünde bulundurduğumuzda sanırım çok da fazla şey söylemeye gerek yok, NJ’nin ve Kidd’in iki sene üst üste yaptığı bir mucizeydi.

İkinci sene için takım Mutombo, Rodney Rogers ve Brian Scalabrine gibi üç isimle dipte güçlenmiş gibi gözükse de, bu sadece seriyi Lakers’a 4-0 değil de Spurs’a 4-2 kaybetmeyi sağlayacaktı.

Tepedekiler, ‘olmuyorsa, yık baştan yap’ diye düşünmüş olacaklar ki o günden bugüne zaman içinde Kidd – Harris takası vuku buldu, Martin, Jefferson, Carter yollandı, drafttan yılların acısını çıkarırcasına pivot Brook Lopez geldi ve NJ genç, dinamik, Portland tarzı, play-off zorlayacak bir takım görüntüsüne büründü. Haha. Ben bile inanmadım. En çok da Devin Harris’e üzülüyorum. Yazık. Gerçekten iyi bir oyuncu benim gözümde. En azından izlemesi zevkli.

Portland tarzı derken, yaş olarak genç bir takım olduğunu belirtmek istedim. Oyun olarak ele aldığımızda aslında Golden State’te Don Nelson’ın yapmaya çalıştığını yapıyorlar, kısa ve hızlı bir beşle ne kadar tempo artarsa o kadar rahat edeceklerini düşünüyorlar ve sene başından beri eğer ilk iki periyotta maç kopmadıysa dördüncü periyoda kadar da bunu başarıyorlar. Dördüncü periyotlar tabi ki oyunun bir şekilde yarı saha oyununa döndüğü ve NJ’nin de bunu kotaracak yeteneklere sahip olmadığı dönemler olduğu için şu ana kadar yapılan 31 maçın 29u rakiplerin üstünlüğüyle bitti.

Tıpkı 2000’lerin başındaki Van Horn’un üç ve dört numaralı pozisyonlar arasında sıkışması gibi, Nets’te bir tarafı Portland bir tarafı Golden State olmaya çalışan bir takım şekli aldı ve anne karnında ayrılamayan bebekler gibi bir hilkat garibesine dönüştü.

İkibinlerin başındaki finaller ve şu anki 2-29’luk derecesiyle sanırım bu geçirdiğimiz on senelik dilimin en enteresan takımı Nets olabilir.

-Ömer 'the Joker' BİLGİN-


4 yorum:

Adsız dedi ki...

başta bu yazıyı taylan yazıyomuş gibi okudum da dedim noooluyo, ama sonuna gelince ömer i görünce rahatladım :D

Last Son of Krypton dedi ki...

saol canım benim. çok içimi açtın!

Joker dedi ki...

o ne demek lan, kötü bi yorum bu =D

Last Son of Krypton dedi ki...

iyi bişiler söylemeye çalışmış =))